ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN
Yazan:Eyüp Tandoğan
1969-1970 6-A 75
ÖĞRETMENİMİZ YUSUF GÜNEŞ, GÜNEŞTİ ( I )
|
 |
İnsan, kendi hayatının kaçta kaçını yalnız kendi iradesi, yalnız kendi plan ve projesi, kendi bilgisi ile biçimlendirip yürütür acaba?! İnsanın önüne seçenekleri kim koyar, tercihlerini kim veya ne yerine getirir ya da getirmez.
Tüm insanlara, dünyaya, tüm evrene egemen olmak isterdim. Onları "iyi kılmak", yanlıştan "men etmek", dünyadakileri "mutlu yaşatmak" isterdim. Herkes benim doğa yasalarıma, sosyal yasalarıma, etik yasalarıma uysun isterdim. Herkes kardeş olsun, kimse kimseyi sömürmesin, aldatmasın isterdim.
Peki, bu zayıf irademle, arzuladığım "tanrısal" konum bağdaşıyor mu?
Çukur, fakir, "yer demir, gök bakır" bir köyden, hissedilen fakat tutulmayan, meyvesi devşir ilen ama kendisi görünmeyen bir rüzgâr, beni Çorum İlköğretmen Okulu'na öğrenci yaptı. Kuşkusuz, evrende bir mikrondan daha küçük olan bu olgu, benim için evren kadar büyüktü. Tarih, ekim 1967'ydi... Ve ben, 14 yaşıma henüz giriyordum. Küçücük bir çocukken, kendisine bile hayrı olmayan, yaşlı ve hasta bir baba ve 3-4 yaşlarında bir kardeşle öksüz kalmış; Osmanlı Devletinin tüm yıkıntıları üzerlerine düşmüş, 1904 doğumlu ümmî bir âlim, fakir bir zengin olan bir babanın oğlu!.. Yani, ben! ÇİÖ Okulu öğrencisi!.. Orta okulu bile sabah üç km., akşam üç km. yürüyerek, "cızlavut" lastiklerimle sürdürmüştüm ilk başlarda. İskarpin görünümünde olanlarını çok severdim. Cızlavut lastik ayakkabılar, hiç yalan söylemezler giyilen ayaklara. Hava ne denli soğuksa, o kadar soğuk; ne denli sıcaksa, o kadar sıcak tutarlar insanın ayaklarını! Yazın, kaynamış, börtmüş; kışın dunmuş, büzülmüş ayaklarla dolaşırsınız.
Fazla çalışkan değildim. Hatta, dersler yönünden, tembel bir öğrenciydim. Ama çok okuyordum. Canım ne isterse, tecessüsümü ne uyandırırsa onu araştırır ve okurdum. Rasim Bakırcı Hocamı okumayı sevdiği için severdim. Her kitap dostu, benim de dostumdu. Yücel Akça gibi yakın arkadaşlarım vardı. Onlar da kitapların arkadaşıydı, dolayısıyla benim de arkadaşlarımdı. Mehmet Şenel'ler, Satılmış Gülenoğlu'lar, Osman Çeviksoy'lar, Kemal Karadeniz'ler, Ebuzer'ler..., Mahmut Bayatlı, Şükrü Gümüş, Zeynel Gül ağabeyler gibi. Yan yana gelince kitap konuşurduk, sanat, bilim, ve hayat...
Bu okulda, kendime örnek alabileceğim bir-çok öğretmene de sahip olmuştum. Arkadaşlarımla olduğu gibi, onlarla da bir çok hatıralarım var ki, bir kısmı hâlâ ben de yaşıyorlar. Onlar, benim belleğime ve benliğime kendi adlarını, kariyerlerinin ve kişiliklerinin elmas kalemiyle yazmışlar. Kendilerini unutturmuyorlar. Ve bana da öğrettiler ki, "iyi öğretmen, kendisi ölse bile, öğrencilerinin hafızalarında sevgiyle yaşayan öğretmendir."
ÇİÖ Okulunun heyecanla keşfettiğim ilk güzel yeri, kuşkusuz kütüphanesiydi. Bütün batı ve doğu klasikleri vardı. İslâm Ansiklopedisi dahil pek çok temel kaynak eser vardı. Üstelik hepsini de bedavadan okuyabiliyordum. Dahası bir Sadi Ağabey vardı:Sadi Başıbüyük. Kütüphane memuruydu. Centilmendi, kibardı, tertemizdi, hoşgörülüydü, işinde titizdi, konusunda beni doyuracak bilgi katığı her zaman hazırdı. Raflarda okyanuslar, gezeğenler, yıldızlar, tüm coğrafyalar, tüm geçmişler vardı. Ve ben, oralarda doya doya seyahat edebiliyordum. Her cildin içindeki uçsuz bucaksız düşünce ve duygu uzaylarında özgürce dolaşabiliyordum.
Bu hocalarımızdan biri de Eğitim Şefimiz Yusuf GÜNEŞ'ti. Arı gibi, telaşsız, uzman ve bilge, kendi ritim ve melodisiyle peteklere bal koyardı. Bilgeydi, her öğrencinin, her dersi en iyi şekilde başarması gerekmediğini sözleriyle, uygulaması ve tavırlarıyla bize öğretirdi. Hani o, "ortalaması beşten aşağı olan hiçbir öğrenci, benden medet beklemesin"ci, tüm öğrencilerin her derse ilgi ve yeteneklerinin aynı olmadığı bilincini kariyerine alamamış hocalardan değildi. Tutumuyla, tavırlarıyla örnekti. Ağırbaşlı, sabırlı, problem çözücüydü. Önemlisi, kin tutmazdı. Öğretmenimizdi; gerektiğinde de, babamız ve ağabeyimizdi. Pek çok arkadaşım, harçlıkları bitince gidip O'ndan borç isterdi. Verirdi. Bir-kaç arkadaş aynı gün gidip harçlık isterler, cüzdanını tamtakır, kuru bakır ederler: "Yusuf Hoca'yı vallahi eve parasız gönderdik" diye keyiflenir, kahkahalar atarlardı. Elinden geldiğince, bir psikolog, bir uzman gibi öğrencilerinin özel problemleri ile de ilgilenirdi. Çözümcüydü. Sabırla dinlerdi. Güvenilir, inanılır, olumlu bir kişilik yapısı vardı. Benim gibi içine kapanık, gölgesinden ürken öğrenciler bile, Yusuf Güneş Hocamızla güvenli bir iletişim kurabilirdi. Terslenmeyeceğimizi, küçümsenmeyeceğimizi; en önemlisi dinleneceğimizi bilirdik. Kendisi adamdı ve her öğrencisini de adam yerine koya koya adam eden bir eğitimciydi.
Yusuf Güneş Hocamla ilgili hatıralarımdan birini anlatayım izninizle. Artık, okul hayatımızın son aylarına yaklaşıyorduk. !969-70 Eğitim-Öğretim Yılının karlarını eritmiştik. Nisan güneşi bahtımıza doğuyordu. Üç yıl, harçlıksız, parasız pulsuz okumuştum. Okulun karşıladığı ihtiyaçlarımın dışındaki tüm gereksinimlerimi iptal etmiştim. Bu yüzden parayı hiç aramıyordum. Yazılı sınavlarımızda, okul kütüphanesinden 5'i 5 kuruşa temin edilen antetli kâğıtları kullanmak zorundaydık. Her yazılı sınavda, benim oturduğum sıraya, 2-3 adet, tertemiz antetli sınav kağıdı konmuş olurdu. Niye koyduklarını bilirdim de, çok zaman kimin koyduğunu bilmezdim. Ben de o kağıtları güzelce kullanırdım. Sağ olsunlar, benim o iyi yürekli sınıf arkadaşlarım!
Yusuf Hocam, bir gün beni çağırdı. "Bu sene okulun bitecek" dedi. "İnşallah Hocam" dedim. "Ama bir sorun var. Sen öğretmen olmak için bir sene bekleyeceksin. Çünkü yaşın küçük. 18 yaş altı memur olarak atanamaz ve çalıştırılamaz." Doğruydu. Henüz on yedi yaşıma girerken okulum bitiyordu. Devlet Memurları Yasası, 18 yaşı doldurma şartı koymuştu. Hocam bana, mektup yazarsam geç gidebileceğini, - o zamanlar, mektuplar kuş uçumu 5-6 saatlik mesafelere bile bazen iki ayda gidebiliyordu- bu yüzden, babama telgraf çekip ilgili mahkemede yaş büyütme davası açtırmamı salık verdi.
İki-üç gün geçti. Yusuf Güneş Hocamla koridorda yüz yüze geldik. "Telgrafı çektin mi?" dedi. "Çekmedim Hocam, çekeceğim" dedim. "Evladım, geç kalıyorsun, iki-üç ay sonra mezun olacaksın. Arkadaşların hemen atanıp çalışmaya başlayacak. Sen aylarca yaşının dolmasını bekleyeceksin. Yazık değil mi? Sana yazık, babana-annene yazık!" gibi bir şeyler söyledi. Ayrıldık. Aslında çekmek istemiştim. Hatta telgrafı da güzelce yazmıştım. Ama, kelimesi 10 kuruştan, 25 kelimecik tam 2.5 lira tutuyordu. Zaten arkadaşlardan, vadesi belirsiz 5 lira borç almıştım. Param yoktu. Ödeyemiyordum. Borçlarım çoğalsın istemiyordum. Bu yüzden savsaklıyordum telgraf işini.
Aynı gün akşam, yemekten sonra... Sınıftayım. "Eğitim Şefi Yusuf Bey, odasında... Seni çağırıyor." dediler. İndim, alt kata. Beni tam karşısına oturtturdu. Halimi, hatırımı sordu. "Telgrafı soruyorsanız, çekmedim Hocam. Yarın çekeceğim. Dün de çekseydim, bugünde çeksem, yarın, öbür gün, hatta daha ertesi gün... Babamın eline önümüzdeki Çarşamba ulaşacak," dedim. Gerçekten öyleydi. PTT’nin bizim köyle irtibatı çarşambadan çarşambaya kurulurdu. Böylece bu ikincil mazeretimle, asıl mazeretimi de gizlemiş oluyordum. "Bir ihtiyacın var mı?" dedi. "Yok Hocam, sağ olunuz." dedim. Borç istesem verecekti. Ama, ödeme de mahcup olurdum. Biliyordum ki, dönüş için bir yol parası gelecek. O da okulun son haftasında. Arkadaşlardan istemek daha iyiydi. "Biliyorsun, okulun postaları, mektuplarınız, harçlıklarınız bana geliyor. Bazı arkadaşlarının 15 günde bir, bazılarının ayda bir, bazılarının iki ayda bir memleketinden parası geliyor. Senin geliyor mu, ne sıklıkta geliyor, ne kadar geliyor? Yetiyor mu?" dedi. Kem küm ettim. "Benim belli olmaz, bazen bir, bazen üç ayda..." "Evladım, hangi yolla geliyor? Bana bu yıl hiç harçlığın gelmedi. Gelseydi, posta önce bana bırakacaktı ya?!"
Uzatmayalım sözü. Epey bir cebelleştik. Bana asla inanmadı. Cüzdanını çıkardı. İçinden bir kâğıt 10 lira aldı. Koltuğundan kalkıp yanıma geldi. Elini omzuma koydu. "Bunu al," dedi. Ayağa kalktım. Önüm düğmeli. Başım yerde: "Almam Hocam. Asla!..." "Höööt," dedi. "Kızdırma beni!" Epey uzattık, ama konuştu, konuştukça inadımı yendi. Artık almazsam, asıl o zaman ayıp olacak noktasına getirdi. Ve, 10 liralık banknotu, ceketimin yan cebine sıkıştırıp kapıdan sırtıma bir şaplak vurarak beni uğurladı. Hatırlar mı, bilmem. "Ödeyemem," demiştim. " Bana ödemeyeceksin, gittiğin köylerde öğrencilerine ödersin" gibi bir şeyler söylemişti. Terlemiştim. Ilık bir nisan akşamıydı. Sınıfa çıktım. Biraz sonra mütalâa başlayacaktı. Sınıfımız parka ve Samsun asfaltına bakıyordu. Camlar açıktı. Cam dibindeki en son sıranın üzerine oturdum. Karşıdaki Çorum Devlet Hasta hanesine ve Parka baktım. Tuhaf bir kuş ötüyordu.
Tuhaf bir kuş ötüyordu. Uzun uzun, çığlık çığlığa, tiz!...
Tuhaf bir kuş... İçimde mi ötüyordu, dışımda mı? Bunu hâlâ çözemedim.
Ve, o akşam, iki mütalaadan sonra gidip yattım. Bu olanları düşünürken uyumuşum. Uyandım. Saate baktım. Gece yarısını geçmiş. "1" numaralı yatakhanenin penceresinden dışarı baktım. Sabah olmamıştı. Ama, Çorum'un güney ufkunun tepesinde bir güneş parlıyordu.
Not: 01.Mayıs.2009 günü, Ayhan İzmir'e ziyaretime geldi. Tüm arkadaşlar adına bana çiçek getirdi. 57. yaşımın da ilk günüydü. Çok duygulandım. Beraberken Yücel'le telefonlaştık. Okul günlerimizden muhabbet ettik. O'na anlattım bu hatıramı. Siteye yazmamı istedi. Yusuf Hocamın verdiği 10 lirayı nasıl harcadığımı da yazacağım. "Öğretmenimiz Yusuf Güneş, Güneşti II" yi bekleyin. Selamlar Çorum İlköğretmen Okullulara...
ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN