ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN

Yazan: Osman Çeviksoy


KIRK YIL SONRA ANKARA'DA

 

 

      "Sonradan tatlanan bir yığın anı..."
Çorum İlköğretmen Okullular (Corumio) sitesiyle karşılaşmam rahmetli Eyüp Tandoğan sayesinde oldu. Bir gün internette adımı, okul arkadaşlarımdan bazılarının adıyla birlikte gördüm. "Mehmet Şenel'ler, Satılmış Gülenoğlu'lar, Osman Çeviksoy'lar, Kemal Karadeniz'ler, Ebuzer'ler..." deniliyordu. Yazının tamamını merak edip tıkladığımda "Öğretmenimiz Yusuf Güneş, Güneşti -1" adlı nefis bir anı çıktı karşıma. Yazarı Eyüp Tandoğan'dı. Bir solukta okudum. Bu yazı beni, "okumak" için köyden ayrıldığım yıllara, ta ilk gençlik yıllarıma götürdü. Ondan sonrasını, özellikle Çorum İlköğretmen Okulunda yaşadıklarımızı, yaşarken acı da olsa sonradan tatlanan bir yığın anıyı adeta yeniden yaşadım. Sonra siteyi (corumio) inceledim uzun uzun. Her bölümünü didik didik ettim.
Çorum İlköğretmen Okullular, birinci büyük buluşmayı Çorum'da, hem de yıllarca paylaştığımız mekânda gerçekleştirmişlerdi. Ancak resimlerini görebildim. İkinci büyük buluşma Sinop'taydı. Bundan haberliydim. Katılacakların listesini günü gününe takip ettim. Ne var ki çok istediğim halde buna da katılamadım. Arkadaşlarımı, öğretmenlerimi Corumio'dan izlemekle yetindim. Üçüncü büyük buluşma 22 - 23 Mayıs 2010 tarihlerinde Ankara'da gerçekleşecekti. Buna ve bundan sonrakilere, eşimle birlikte, mutlaka katılmalıydık.

      "Kırk yıl önceki halimizden..."
Avrasya Yazarlar Birliğinin 22 Mayıs 2010 Cumartesi günü saat 14.00'da Millî Kütüphane'de sempozyumu vardı. Yönetim Kurulu olarak eksiksiz orada bulunmak, konukları karşılamak, konuşmaları, konseri konuklarla birlikte izlemek, kokteylde ayaküstü sohbetler etmek elbette şık ve yerinde olacaktı. Ancak, aynı gün 15.00'da Çorum İlköğretmen Okullular olarak üçüncü büyük buluşmamız gerçekleşecekti. Önceden planladığım gibi program başladıktan az sonra Millî Kütüphaneden ayrılarak eve geldim, beni hazır bekleyen eşimi alıp buluşma yerimiz olan Alkın Otel'e gitmek üzere yola çıktık. Belli etmiyordu ama eşim de en az benim kadar heyecanlıydı. Otuz dokuz, kırk, kırk bir yıl önceki arkadaşlarımızla, hocalarımızla karşılaşacaktık. Eminim çoğunu tanıyamayacaktık, çokları da bizi tanıyamayacaktı. Çünkü hiç birimizde kırk yıl önceki halimizden eser kalmamıştı.
Ne hüzün vericiydi ki beni arkadaşlarımla buluşturan Eyüp Tandoğan kardeşim Ankara Buluşması'na gelmeyecekti. Çünkü artık aramızda değildi. Söz verdiği halde Yusuf Hocamızla ilgili anısının ikincisini yazamadan dünyamızı terk etmişti. "Mekânı cennet olsun." demekten başka ne gelir elden.

 
"Böyle bir bahaneye sığınmak..."
Otel girişinde bizi, bizim yaşlarımızda güler yüzlü, şık giyimli, boyunlarında isimlik asılı birkaç kişi karşıladı. Hepsinin de saçları ağarmış, dökülmüş, göbekleri çıkmıştı. Hiç birinin, kırk yıl önce Çorum İlköğretmen Okulunda bıraktığımız, on sekiz, yirmi yaşlarındaki gencecik arkadaşlarımızla görüntü benzerlikleri kalmamıştı. Kuşkusuz biz de onlar kadar değişmiştik. Onlar bizi, biz onları tanıyamadık...
Fark ettirmeden isimlerini okumaya çalıştım. Okuduğum isimler de bana kimseyi çağrıştırmadı. Mutlaka başka sınıflardan, başka dönemlerden olmalıydılar. Belleğimin zayıflığını kabullenmektense böyle bir bahaneye sığınmak daha kolaydı.

İçeriye geçip resepsiyonun soluna konulmuş masadaki görevliden isimliklerimizi aldık. Görevli, bize program hakkında kısa bilgi de verdi. Saat 19.00'a kadar kişisel görüşmeler devam edecekti. 19.00'da toplu akşam yemeği ve eğlence vardı. Ankara'da kalacak yeri olmayanlar otelde kalacaklardı. Ertesi sabah saat 10.00'da otobüslerle Beypazarı'na hareket edilecek, saat 16.00'da burada, bir sonraki yıl buluşmak üzere vedalaşılacaktı.

"Kimse bizi tanımıyordu..."
İsimliklerimizi herkes gibi boyunlarımıza astıktan sonra, masanın hemen gerisindeki açık kapıdan lobiye geçtik. Müthiş bir kalabalığın adeta ortasına düştük. İnsanlar, ikili, üçlü, beşli ya da daha büyük gruplar halinde, oturuyorlar, ayakta duruyorlar ama mutlaka konuşuyorlardı. Tokalaşanlar, kucaklaşanlar, el öpenler, el öptürenler, birbirlerine özlemle bakanlar, gözleri dolanlar, çaktırmadan gözyaşını silenler vardı...
Oldukça geniş lobinin sağ tarafına dizilen masaların üstü onlarca yiyecek ve içecekle donatılmıştı: Çeşit çeşit börekler, kekler, yaş pastalar, kuru pastalar, salatalar, çay, kahve, su, gazlı ve gazsız içecekler, meyve suları...
Koltuklar, koltuklu sandalyeler, sehpalar büyüklü küçüklü grupların oluşmasına en uygun biçimde düzenlenmişti.
İnsanların çoğu ayaktaydı. İnsanlar, koltuklara oturup rahatlarına bakmak yerine birilerini arıyorlar, buluyorlar, kucaklaşıyorlar, grup oluşturuyorlar, hal hatır soruyorlar, dağılıyorlar başka gruplara katılıyorlar, özlem gideriyorlar, sonra daha başka gruplara yöneliyorlardı. Hemen herkes ayakta, herkes özlemle döneminden, sınıfından birilerini arıyordu.
Herkes o kadar değişmişti ki kimseyi tanımıyorduk. Belki biz herkesten daha çok değişmiştik, kimse de bizi tanımıyordu. Ortalıkta öylece kala kaldık...
Herkesin boynunda isimlik bulunmasına rağmen kimininki ters dönmüş, kimininki ceketin altına girmiş, okunmuyordu. Düz duran isimlikleri bile iyice yaklaşmadan altmışlı yaşların gözleriyle okumak mümkün değildi.
Hocalarımızı görsek, tanıyacağımızı sanıyorduk.

"Etütlerde ders çalışmak yerine şiir yazan Yücel..."
Kalabalıklar içinde yalnız kalmanın, dağ başı yalnızlıklarından daha ağır, daha ezici olduğunu düşünürken yanı başımda adımla seslenen biri belirdi. Döndüm; karşımda pembeye çalan, buruşmamış bir yüz, sevgiyle gülümseyen bir çift göz...
"Osman hoş geldin!"
Tanıdım.
Yücel Akça'ydı bu. Etütlerde ders çalışmak yerine şiir yazan Yücel. Corumio'da resmini görmemiş olsam yine de bir anda tanıyamazdım.
Birbirimize sarıldık.
"Hiç değişmemişsin!" diyemedim, değişmişti.
"Ne kadar az değişmişsin!" dedim. Yine de öyleydi; Yücel, az değişmişti. Kırk yıl önceki Yücel'le bu günkü Yücel arasında fiziksel mesafe çok değil, normaldi...
"Sen öyle bil..." gibilerden bir şey söyledi, gürültüden anlayamadım.
Eşimle tanıştırırken:
"Biliyorum Habibe'yi" dedi.  
Sonra eşime, 1969 - 1970 öğretim yılında okulumuzda yapılan öğrenci örgütü seçimlerinden söz etti.  
"Rakiptik..." dedi. "Kazanan, Kültür edebiyat ve Yayın Kolu Başkanı olacaktı. Son propaganda konuşmasını yaparken ben konuşma metnimi elimden düşürdüm; şaşırdım, panik yaptım, kaybettim. Osman, etkili bir konuşma yaptı, kazandı..."
O yıllarda öğretmen okullarında verilen uygulamalı meslek ve demokrasi eğitiminden söz ettik ayaküstü. Köy Enstitülerinden sonra öğretmen okullarının da kapatılarak öğretmen liselerine çevrilişini büyük kayıp saydık üçümüz de...

      "Öğretmenliğin emeklisi olur mu..."  
Yücel'den ayrılır ayrılmaz Satılmış Gülenoğlu'yla karşılaştık.  
Satılmış kırk yıl önceki Satılmış'tı. Genç, dinamik... Sadece biraz kilo almış. Öğrencilik yıllarımızda ikimiz de Kartal Tibet filmlerine bayılırdık. Sınıf arkadaşlarımızdan söz etmeye başlamadan önce bizi hanımıyla tanıştırdı. Hal hatır, çoluk çocuktan sonra şimdilerde ne iş yaptığını sordum.
"Emekliyim!" dedi. "Daha doğrusu emekli olduktan sonra bazı işler yapmaya kalkıştım, olmadı, bıraktım. Şimdi tam anlamıyla emekliyim..."
Ben, Satılmış'ın sözlerini kendimce şöyle yorumladım: Öğretmen okulunda kafalarımızı, gönüllerimizi öğretmenlik aşkıyla öyle bir doldurdular ki öğretmenlik yaparken başka bir iş yapamadığımız gibi, emekliye ayrıldıktan sonra da yapamadık, yapılmıyor...
Benim neler yaptığımı merak ettiği bakışlarından belliydi. 1971'den beri öğretmenliğin ve yazı yazmanın dışında hiçbir iş yapmadığımı, dört yıl önce emekliye ayrıldığımı söyledim. Aslında bizim mesleğin emeklisinin olmadığını da ekledim. Torunlar büyüyorlardı, öğretmenliğin emeklisi olur muydu? Yazı yazmanın emeklisi hiç olmazdı.

"Kıcıman öğretmen değil..."
Satılmış bize Sinop Buluşmasından söz etti. Buluşmayı kimlerle nasıl planlayıp gerçekleştirdiklerini, Çorum'dan Sinop'a nasıl gittiklerini, Sinop'ta nereleri gezdiklerini heyecanla anlattı. Harika bir buluşma gerçekleşmişti. Herkes etkilenmiş, herkes memnun kalmıştı. Çorum İlköğretmen Okulu 1969 - 1970 mezunlarından Muharrem Kıcıman da bu buluşmaya katılmış ve çok beğenmiş, çok etkilenmişti, çok duygulanmıştı. 
"Arkadaşlar!" demişti. "Ankara buluşmasının tüm giderlerini ben karşılayacağım! Ankara'da görüşmek dileğiyle..."
Yüz elli yataklı "Alkın Prestij Hotel"i bir geceliğine kapatmıştı. Akşam yemeği, yatak ücretleri, sabah kahvaltısı, Beypazarı gezisi, Beypazarı'nda öğle yemeği, kısaca bu buluşmanın bütün masraflarını Muharrem Kıcıman karşılıyordu.
"Bir öğretmenin buna gücü yeter mi?" dedim.
"Muharrem Kıcıman öğretmen değil iş adamı!" dedi Satılmış.
Yüksek tahsil ve bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra öğretmenlikten ayrılıp iş hayatına atılmış. Farklı alanlarda küçük ticari faaliyetler göstermiş. Tel imalatına başlamış. Tel işini büyüterek bu günkü konumuna gelmiş. İki yüz civarında insan çalıştırıyormuş. Bir yandan iç piyasaya hitap ediyor, bir yandan da uzak yakın pek çok ülkeye tel ihraç ediyormuş.

"Hani yazılıda kopya çekerken..."
Kalabalığı tekrar tekrar gözden geçirip tanıdık kişiler ararken hocalarımızı gördük. Sol tarafımızdaki koltuklarda oturuyorlardı. Ayakta olanları da vardı. Başları ne kadar da kalabalıktı. Bizden az önce gelen arkadaşlarımızın oluşturdukları hocalarla görüşme sırasına biz de eklendik. Kimilerinin elini öpüyorlar, kimileriyle tokalaşıyorlar, kucaklaşıyorlar, hal hatır soruyorlardı. Hal hatırdan sonra en çok sorulan soru "Beni tanıdınız mı hocam?" sorusuydu. Olumsuz cevap alınınca ısrarla kendini hatırlatmak isteyenler oluyordu. "Hani yazılıda kopya çekerken yakalanmıştım da... Hani sigara içerken baskın yapmıştınız da... Hani uzun boyumdan dolayı okul korosunda beni hep en arka sıraya... Hani... Hani... Hani..."
Acı da olsa bütün hatıralar, geçen zaman içinde bala dönüşmüştü. Aydınlık yüzlerde gülümseme, gözlerde ışık vardı. Arkadaşlarımız da hocalarımız da adeta bir bayram sevincini yaşıyorlardı. Belki de bu nedenle çocukluğumdaki bayram sabahlarını hatırladım.
Sıradakilerle birlikte hocalarımıza doğru küçük adımlarla yaklaşırken, heyecanım giderek artıyordu. Bakalım hocalarımızdan beni ve eşimi hatırlayanlar çıkacak mıydı?

      "Bizi Fatma Hanım tanıdı..."
Önce okul müdürümüz Süleyman Altınbulak'la tokalaştık. O ayaktaydı. Yüzünden gülümseme eksik olmuyordu. Oldukça canlı görünüyordu. Otuz dokuz yıl, onu biraz yaşlandırmış ama ihtiyarlatamamıştı. En rahat tanıdığımız hocalardan biriydi.
Sonra üçüncü büyük buluşmaya katılan Yusuf Güneş, Sadık Demir, Rasim Bakırcı, Fatma Kesici, Osman Uludağ, Huriye Uludağ, Süheyla Uysal, Müjgan Serim, Günhan Özkan, Mehmet Özdemircioğlu, Veli Sapaz hocalarımızla kısa kısa görüştük. Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşurmuş. Kavuştuk ne güzel...
Bizi kimse tanımadı, uygulama hocamız Fatma Hanım tanıdı. Önce eşimi tanıdı. "Çıkart gözlüğünü!" dedi, gözlerime baktı, beni de tanıdı. Başladı öğrenciliğimizi anlatmaya. Boylarımız uzun olduğu için bayramlarda bayrağı ve flamayı ikimize taşıtırlarmış. Eşimin iki örgü halinde uzun saçları varmış. Sonra "Osman Eskice miydi staj köyünüz?" diye sormaz mı? Bizi tanıdığı kesindi, hiç şüphem kalmadı.

      "Teşekkürler Ayhan Altay..."  
Kırk Bir yıl önce derslerimize giren hocalarımızla; aynı sınıfı, aynı yatakhaneyi, aynı yemekhaneyi, aynı sıraları, masaları, yemekleri paylaştığımız arkadaşlarımızla birlikteydik. Bu anlatılamaz, harika bir güzellikti. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden, hatta Almanya'dan koşup gelmiş arkadaşlarımızla şimdi bir otelin geniş lobisinde yüz yüzeydik. Bu, güzellikten de öte bir mucizeydi. Bu mucizeyi gerçekleştiren öncü arkadaşımız da Ayhan Altay'dı. Corumio sitesinin önce hayalini, sonrada kendisini kuran arkadaşımız o zamanlar böyle muhteşem buluşmaları da hayal etmiş miydi acaba? Tebrik ve teşekkürlerden bıkmış bile olsa yalnız bir anını yakalayıp özellikle siteye harcadığı emekten dolayı tebrik ve teşekkürlerimi sundum.
"Zor oldu ama sonuç güzel oldu." dedi.
Halen Corumio'nun bütün yükü Ayhan'ın üzerindeymiş. Yetişemediği yerde oğlundan yardım alıyormuş.
Söz birden bire 1969 boykotuna nasıl geldi, bilmiyorum. Ayhan, boykotun öncülerindendi ve bundan dolayı da gurur duyuyordu. Ayaküstü birer boykot anısı anlattık birbirimize.

"Dört buçuktan beş alarak..."
Hocalarımızın çevresi hiç boş kalmıyordu.
Onlarla kişisel sohbet fırsatları yakalayabilseydim Yusuf Beye altı yumuşak kauçuktan yapılmış ayakkabılarından mutlaka söz ederdim. Nöbetçi olduğu geceler, hepimiz yattıktan ve çoğumuz uyuduktan sonra ses çıkarmayan ayakkabılarıyla yatakhaneye bir gölge gibi girer, karşı pencereye kadar yürür, üstü açılan varsa örter, bir gölge kadar sessiz çıkar giderdi. Işık yakmaz, konuşmaz, öksürmez, adeta nefes bile almazdı. Gözümüz kapalıysa -uyanık bile olsak- Yusuf Beyin içeriye girip çıktığını duymazdık.
Mehmet Özdemircioğlu'na, camında Atatürk resmi bulunan kurmalı kol saatini hatıra olarak saklayıp saklamadığını sorardım.
Rasim Beye; derslerimizde kullandığı dilin bize vazgeçilmez bir dil bilinci kazandırdığını söyledikten ve teşekkür ettikten sonra o sabah boykota başlayacağımızdan haberli olup olmadığını sorardım. "Ben sizin haberli olduğunuza, hatta boykotu içtenlikle desteklediğinize inanıyorum." derdim. Bunun yazmakta olduğum roman için önemli olduğunu da söylerdim.
Huriye Hanıma, 1969 - 1970 öğretim yılında Kültür Edebiyat ve Yayın Kolu Başkanı olduğumu söyler, ille de kendimi hatırlatmaya çalışırdım. Rehber öğretmenim olarak denetlediği duvar gazetelerinden, Yaşantılar dergisinden, iki de bir şiir defterimi alıp götürüşünden söz eder bir şekilde kendimi hatırlatırdım.
Osman Beye kendimi hatırlatmak için hiç uğraşmazdım. Çünkü boşuna bir çaba olurdu. Hangi hoca onluk not sistemi uygulanırken dört buçuktan beş alarak sınıf geçen öğrencisini hatırlardı ki... Üstelik kırk yıl sonra. 
Süheyla Hanıma, "Mevlana" adlı oyun havasını yayınladığımız zaman niçin öfkelendiğini, bütün öğrencilerin severek dinlediği bu güzel oyun havasını susturmak için öğretmenler odasından yayın odasına kadar koşa koşa gelişinin sebebini sorardım. Gerçekten de bu sorunun cevabını kırk yıl sonra bile merek ediyordum. Kötü olduğu için mi, oyun havası olduğu için mi, yoksa başka bir sebepten mi o parça yasaklıydı?

      "Değişime karşı..."  
Hocalarımızdan kırk yıl önceki fiziğini değişime karşı en iyi koruyan Süheyla Hanımdı. Hepimizden genç görünmesine rağmen hiçbirimizle tokalaşmadı, hepimize elini öptürdü. Fizik ötesi yönüyle en çok değişime uğrayan da Süheyla hocamızdı. Biz sadece az konuşan, güzel piyano ve flüt çalan bir müzik öğretmeni olarak biliyorduk. Meğer hocamızın bestekârlığı, şairliği, oyun yazarlığı; anı, deneme, günlük yazarlığı da varmış. Biz bunları ancak kırk yıl sonra öğrenebildik. Rubailerini dinleyince Türkçeyi ne kadar güzel kullandığına da tanıklık ettik. Süheyla hocamız kendine güveniyor, sözünü çekinmeden söylüyor, yaptığı her işin kalitesine inanıyordu.

"Aralıklar uzadı..."
Kalabalığı gözden geçirirken:
"Bizimkiler geldi!" dedi eşim.
Kimleri kastettiğini anladım; zaten dönünce de gördüm. Açık duran kapıdan giriş görünüyordu. Türkan (Yücel) Uzel ve eşi Ünal; Nur (Çorbacıoğlu) Tezgül ve eşi İrfan içeriye henüz girmişler, isimliklerin bulunduğu masaya doğru yürüyorlardı. Aslında Nur, Türkân ve eşleri, yılda en az iki kez görüştüğümüz arkadaşlarımızdı. Çorum'a gittikçe onlara uğramadan dönmezdik. Biz erkekler, görüşemezsek bile hanımlar mutlaka görüşürlerdi. Sonra ne olduysa, aralıklar uzadı, hem de yılları içine alacak kadar uzadı. Daha sonra da rastlantı sonucu görüşmelerin dışında görüşemez olduk. "Çoluk çocuk, dünya telaşı..." demek yeterli bir açıklama olur muydu, bilmiyorum. Bana göre olmazdı. Çünkü bu üç hanımın ortak geçmişlerinin yanında bir de "Hülya" adlı ortak kayıpları vardı.
Görüşmeyeli Türkân hiç değişmemişti. Yine hafif kilolu, şen, şakrak, neşeli... Ünal, yıllar önceki kilosunda, güler yüzlü, ince esprili, saygılı Ünal'dı. Nur, tavırlarıyla, davranışlarıyla, çekingen bakışlarıyla yine yıllar öncesinin Nur'uydu. İrfan saygılı, içten...

"Herkes ihtiyarlarken sen..."
Arkadaşlarımızın hocalarla görüşmek üzere yanımızdan ayrıldıkları sırada:
"Listede adını görünce ne kadar sevindim!" diye uzanan bir el; ihtiyarlamamış, fiziği bozulmamış dal gibi bir adam... İsimliğine baktığımı görünce gülümsedi.
"Tanıyamadın!" dedi. "Ben Atakan..."
Hemen hatırladım.
"Atakan Gülez!" dedim.
Sarıldık birbirimize.
"Tanıyamadığım için beni suçlama!" dedim. "Herkes ihtiyarlarken sen olduğun gibi kalmışsın."
Atakan, sadece öğretmen okulundan değil, ortaokuldan da sınıf arkadaşımdı. Çevre düzenlemesi yapılmadan, ihata duvarı bile çekilmeden, alelacele açılan çamurlar içindeki Eti Ortaokuluna aynı yıl başlamıştık. İkimiz de ikinci sınıfta birer yıl kaybetmiştik. Ortaokulu aynı yıl bitirmiş, öğretmen okuluna aynı yıl başlamış, meslek hayatına aynı yıl atılmıştık. Eşimi okuldan tanıyordu. Eşimin dayısı Cemal Ercan'la yıllarca birlikte çalışmışlar, o yıllarda pek çok kez kulağımızı çınlatmışlardı. Emekliye ayrıldıktan sonra Ankara'ya yerleştiğini biliyordu. "Keşke gelseydi, niçin gelmedi?" diye sordu. Bizi hanımıyla tanıştırdı.
Yemek için bir kat aşağı inmemiz duyurulduğunda saat 19.00'a geliyordu.
Zaman ne kadar da çabuk geçmişti.
Aşağıda; düğün, nişan, nikâh törenlerine, bilimsel, sanatsal toplantılara, konsere, konferansa, her türlü toplantıya uygun, geniş salonu akşam yemeği için hazır bulduk. Masalar, kürsü, ses düzeni hazırdı. Herkes istediği masaya istediği kişilerle oturdu. Organize ve programla ilgilenenlerden Ayhan Altay'ı Turan Akpınar'ı tanıyor, diğerlerini tanımıyordum.      

      "Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim..."
Yemek servisi tam 19.00'da başladı.
Çorum İlköğretmen okulundan, bizden bir yıl önce mezun olan ve meslek hayatının büyük bir kısmını Almanya'da geçiren, oradan emekli olan Turan Akpınar 19.50'de kürsüye çıktı. Belli ki bu akşamki programın sunuculuğunu o yapacaktı. Kısa ama harika bir açış konuşması yaptıktan ve iyi bir alkış aldıktan sonra herkesi saygı duruşuna ve İstiklâl Marşı'nı söylemeye davet etti. İstiklal Marşı'nı tıpkı kırk yıl öncesinde olduğu gibi Süheyla Hanım söyletti.
Muharrem Kıcıman, kısa konuşmasında edebiyattan belge almak üzereyken onu Mehmet Özdemircioğlu'nun kurtardığını söyledi, ayrıntı vermedi. Ankara buluşmasına katılan bütün arkadaşlara ve otel sahibi Sadık Alkan'a, hizmet veren personele teşekkür etti. Takdim edilen plaketi ve Veli Sapaz Beye ait tabloyu memnuniyetle kabul etti. Tabloyu ömrünün sonuna kadar saklayacağına söz verdi, kendisinden sonra da saklanacağı konusunda karşı masada oturan çocuklarından söz aldı.
Bütün salon, duygu yüklü anlar yaşadık.    
Sonra sırasıyla kürsüye hocalarımız Süleyman Bey, Yusuf Bey, Günay Bey, Osman Bey, Mehmet Bey, Rasim Bey çağırıldılar. Kısa konuşmalar yapıldı. Süheyla Hanım iki kere çağırıldı. İlkinde sürpriz doğum günü pastasını kesmek, ikincisinde piyano başına geçip bizlere "Yüzüncü Yıl Marşı"nı öğretip söyletmek üzere çağırıldı. Nostaljik bir müzik dersi yaptık, Yüzüncü Yıl Marşını kısacık bir sürede öğrendik ve ellerimizdeki kâğıtlara baka baka hep birlikte söyledik. Gördük ki Süheyla Hanım, öğretmenlik performansını daha da geliştirmişti.
Öğrencilerden, yani kırk yıl öncesinin öğrencilerinden halen mesleğe devam eden, Mustafa Çağlar kısa bir konuşma yaptı.
Musa Yenilmez, sazıyla sözüyle iki kez sahne alarak sevilen türkülerden, kendi beste ve derlemelerinden örnekler sundu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde sahne tamamen ses sanatçısı Ebru Doğan Hanıma bırakıldı. Ebru Hanım "Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim..." şarkısıyla başladığı konserinde kimi zaman hüzünlendirdi, kimi zaman neşelendirdi ama en çok da oynattı, dans ettirdi.
Yiyecek, içecek bol, taze ve nefisti. Servis mükemmeldi. Her masa görevlisi, masasında eksik, fazlalık bırakmadığı gibi bu muhteşem buluşmanın bütün giderlerini karşılayan Muharrem Kıcıman kardeşimiz de arada bir masa masa dolaşıp, her masada bir iki dakika oturup bir isteğimizin olup olmadığını soruyordu. Her şey tıkır tıkır yürüyecek biçimde planlanmıştı, ne eksiğimiz olacaktı ki...
Gerçekten harika bir organizasyonla karşı karşıyaydık. Sabahtan itibaren Ankara'ya uçakla gelenler Esenboğa Havaalanı'ndan özel arabalarla aldırılarak otele getirilmişti. Dışarıdan gelen ve Ankara'da konaklayacak yeri olmayanlar için otelde yer ayırtılmıştı. Otelde değil de dışarıda konaklayacak konuklar, yarın sabah konaklama adreslerinden özel arabalarla alınacaklardı. Turan Akpınar arada bir kürsüye çıkıyor Muharrem Kıcıman'ın ricasını dillendiriyordu.
"Arkadaşlar, dışarıda sizler için on araba hazır bekliyor. Alkol aldıysanız lütfen evinize ya da geceleyeceğiniz yere kendi arabanızla gitmeyin. Kıcıman kardeşimizin şoförleri sizi akşam götürecekler, sabah aynı adresten alıp buraya getirecekler. Biliyorsunuz yarın tarihî dokusu titizlikle korunmuş, şirin ilçemiz Beypazarı gezimiz var..."
Turan, zaman zaman da Ayhan bu duyuruyu sürekli tekrarladılar.
Hani büyüklerimiz insan büyüdükçe küçülmeli derler ya, Muharrem Kıcıman tam da öyle olmuştu. Onu bir ara salon kapısının yanında gördüm. Gidenleri yolcu ediyor, iyi geceler diliyor, yarınki Beypazarı gezisini hatırlatıyordu. Belki de çaktırmadan alkol alıp almadığını anlamaya çalışıyor, alkollüyse gideceği yere bırakması için yanında hazır bekleyen personeline havale ediyordu.

"Bir şehrin iki yarısı..."
Söylenildiği gibi 23 Mayıs 2010 Pazar sabahı saat 10.00'da otelde olduk. Akşamdan geziye katılacağını bildirenlerin hepsi oteldeydi. Aslında iki otobüsün yeterli olacağı bilindiği halde, her ihtimale karşı üç otobüs çağırılmıştı. Ancak üçüncüsü şartlı çağırılmıştı, geri gönderildi. Beypazarı'na gitmek üzere iki otobüsle yola çıktık.
Hocalarımızdan bazıları bizim bulunduğumuz otobüste bazıları da diğer otobüsteydi. Ben, okulu bizden bir yıl sonra bitiren Çankırılı Satılmış Sert'le yan yana oturuyordum. Hemen arka koltukta, Çorum İlköğretmen Okulunu benden beş yıl önce bitiren değerli şair ve araştırmacı yazar Sadık Çakırsipahi vardı. Eğitimden şiire, mimarîden doğal güzelliklere, anılardan torunlara kadar öyle güzel bir sohbet oluşturduk ki Ankara - Beypazarı yolu göz açıp kapayıncaya kadar tükendi. Beypazarı girişinde bizi bekleyen rehberi alıp doğruca Hıdırlıktepe'ye (Seyir tepesi) çıktık. Yahya Kemal'in aziz İstanbul'u bir tepeden seyredişi gibi biz de eski ve yeni Beypazarı'nı Hıdırlıktepe'den seyrettik, fotoğraf çektik. Estetik yönden bir şehrin iki yarısı birbirinden bu kadar mı farklı olurdu? Olmuştu işte...
Otobüslerimize dönerken yolun iki yanındaki tarhana, erişte gibi ev yapımı yiyecekler, nane, kekik gibi şifalı otlar ve hediyelik eşyalar satan Beypazarılı kadınlarla konuştuk, sergilerini inceledik. Küçük çaplı alışverişler yaptık. Otobüsler bizi aşağı indirip merkezde bıraktı.

      "Seksen katlı baklava..."
Öğle yemeği için tarihî Değirmencioğlu Konağı'na yürürken genç rehberimiz alışveriş için yeterli sürenin yemekten sonra verileceğini tekrar tekrar hatırlatıyordu. Yine de merak ettiği eşyaların, yiyeceklerin fiyatını soranlar vardı. Ancak kimse fazla oyalanmıyor, herkes rehberin peşinden yürüyüşünü sürdürüyordu. İki taraflı dükkânların sıralandığı sokakta satıcıların çoğu kadındı. Herkes dükkânına davet ediyor, sattığı ürünlerden tattırmak istiyordu. Elinde tabak ve çatalla baklava tattırmak isteyen bir genç kıza dedim ki:
"Seksen katlı değilse tatmam."
Bu sözü şaka olsun diye söylediğimi, Beypazarı'nın meşhur seksen katlı baklavasından haberli olduğumu hemen anladı. Şakaya şakayla karşılık verdi:
"Bizimki yetmiş dokuz katlı..."
Beypazarı'nın seksen katlı baklavasıyla birlikte tarhana çorbası, etli yaprak sarması ve güveci de meşhurdu. Değirmencioğlu Konağı'nda bize bu yemekler ikram edildi. Güveçlerin ılık olmasına rağmen kapalı bakır kaplar içinde ağız yakacak kadar sıcak gelen yaprak sarmasının yanında sarımsaklı yoğurt servisi de yapıldı. İsteyen yaprak sarmasını sarımsaklı yoğurtla yedi. Masalarda ekşi yayık ayranı ve kara değirmen unundan yapılmış esmer ekmek de vardı. Mahallî sanatçının sazı ve sözü eşliğinde karınlarımızı doyurduk. Beypazarı'nı, çarşıyı, gümüşçüleri gezmek, alışveriş yapmak üzere serbest bırakıldık. Verilen saatte, İnözü Vadisi'ne gitmek üzere otobüslerde hazır bulunacaktık.

      "On beş yıl sonra..."
Benim, on beş yıl kadar önce arkadaşım Ethem Baran'la gezdiğim Beypazarı gerçekten çok büyümüş ve büyük bir değişime uğramıştı. Değişim; Beypazarına girişte kendini gösteriyordu. İkişer şeritli geliş gidiş yolunun arasındaki bölüm, şehrin hayli dışından başlayarak merkeze kadar yemyeşil ağaçlarla ve kırmızı, beyaz, sarı, pembe, mor güllerle donatılmıştı. Öyle uyumlu, öyle güzel, öyle bakımlı görünüyordu ki Beypazarı'na gelenin de, Beypazarı'ndan ayrılanın da mutlaka dikkatini çekiyor olmalıydı. Demek ki Beypazarılılar geleni gülle karşılıyorlar, gideni gülle uğurluyorlardı.
Şehir içinde otobüslerimizden iner inmez, Müzik Hocamız Süheyla Hanım:
"Dostlar, şu manzaraya bakın!" dedi.
Bol yapraklı, genç bir ağaca yediveren cinsinden bir gül ağacı tıpkı sarmaşık gibi dolanmıştı. Birazcık uzaktan bakıldığında ağaç gövdesinden onlarca kırmızı gül, gonca ve tomurcuk fışkırmış gibi şaşırtıcı görünüyordu. Resmini çekenler oldu.
Şehri gezerken değişimi daha iyi anladık. Doğrusu "değişim" değil de "aslına dönüş" desek daha doğru olurdu. Yıkılmaya yüz tutmuş evler, konaklar, sokaklar kurtarılmış ve aslına uygun olarak restore edilmişti. Bu kadarla da bırakılmamış restore edilen evler, konaklar işyerleri, kazanç kapıları, ekmek tekneleri haline getirilmişti. Geleneksel mimarimizi yansıtan bu yapılarda yöresel yemeklerin ağırlıkta olduğu lokantalar, küçük ticarethaneler, küçük imalathaneler vardı. Öğle yemeği yediğimiz Değirmencioğlu Konağı da bu yapılardan biriydi.
Yeni ve eski Beypazarı arasında estetik görüntü yönüyle büyük fark vardı. Bu farkı, şehri gezerken daha ayrıntılı görmek mümkündü. Bazı cadde ve sokakların, bir yanıyla diğer yanı arasında büyük farklar gördük. Diyelim ki tek numaralar ne kadar zevkli, zarif, güzel, dinlendirici ise; çift numaralar o kadar zevksiz, kaba, çirkin, hantal, ruhlara ağırlık vericiydi. Hâlbuki tarihsel dokuyu yansıtan bir sokağa herhangi bir nedenle yapılacak yeni yapılar, mimari özellik olarak o sokaktaki diğer yapılarla uyumlu olmalıydı. Bu kurala sadece Beypazarı'nda değil, ülkemizin mimarî zenginliklerle dolu her köşesinde uyulmalıydı.

"Güllerle karşılandık, güllerle uğurlandık..."
Beypazarı'nın sokaklarını, caddelerini adımladık. Ekmek fırınlarını, kuru fırınlarını gördük. Gümüş mağazalarını gezdik. İmalathanelerde gümüşten yüzüğün, kolyenin, künyenin, küpenin ve daha başka süs eşyalarının nasıl yapıldığını izledik. Çarşı esnafına hizmet veren çay ocaklarının nefis çaylarından içerek yorgunluk çıkardık. Alışverişler yaptık. Belirtilen saatte otobüslerimizin yanında olduk.
Geziye arabalarıyla katılan Yücel Akça ve iki arkadaşımız kalanlarla vedalaşıp İstanbul'a hareket ettiler. Çorum Öğretmen Okulluların Corumio sitesinde bir araya gelmelerini sağlayan ve buluşmalarda en büyük pay sahibi Ayhan Altay'ın uçağı 18.00'da kalkacaktı. Bu muhteşem buluşmanın ince düşünceli, ağırbaşlı, alçakgönüllü sponsoru Muharrem Kıcıman, gezinin uzayabileceği ihtimaline karşı Ayhan Altay için bir araba getirtmeyi de ihmal etmemişti. Ayhan Altay'ı da özel arabayla Esenboğa Havaalanına gönderdi.
Biz otobüslerimizdeki yerlerimizi alınca ver elini İnözü Vadisi...
Vadi boyunca ilginç görüntüler yakaladık. Keşke vaktimiz olsa da mağaralara, zirvelere doğru yürüyüşler yapabilseydik.
En çok Beypazarı maden sularının şişelendiği tesisleri merak ediyordum. Maalesef göremedik. Günlerden Pazar olduğundan mıdır nedir, kapalıydı. Turu tamamlayıp Ankara yoluna döndüğümüzde Beypazarı'na girişimizden beri bizi bilgilendiren rehberimiz hayırlı yolculuklar dileyerek otobüsten indi. İlçeye girerken seyrettiğimiz güllerin gönül titreten güzelliğini bir kere daha seyrettik. Güllerle karşılandık, güllerle uğurlandık.  

"Şiiri sevenlere helal olsun..."            
Ankara'ya dönüş yolculuğu, ayrılık vaktinin yaklaştığını gösteriyordu. Herkes biraz yorgunsa, biraz da üzgündü. Bu nedenle dönüş, sessiz ve hüzünlü başladı. Osmancıklı Mitat Yılmaz elinde incecik bir kitapla şoförün yanına kadar yürüdükten sonra geriye döndü.
"Arkadaşlar dinleyin!" dedi. "Şimdi sizlere sevgili Süheyla hocamızın şiirlerini okuyacağım."
Satılmış Sert'le yeni başlattığımız "torunlar konulu sohbeti kesip Mitat'a kulak verdik.

      "İnsanlar iyidir doğduklarında. / Yaşamdan tat alır çocukluğunda. /Gençliği sevdasız aşksız geçmişse / Hüzünler yaşanır yaşlılığında."

      Mitat, içinde altmış rubai bulunan kitabın yaklaşık yarısını okudu, bir de son rubaiyi okudu sustu. Hem hocamızı hem Mitat'ı alkışladık. Bir anda herkes elindeki kitaba talip oldu. Meğer hocamızda kalan tek kitapmış.
"İmzalı kimseye veremem!" dedi.
Kitabını Mitat'tan alıp vurgulara dikkat ederek son rubaiyi bir kere de kendisi okudu.
Bana yakın oturuyordu.
"Geri vermek üzere bakabilir miyim hocam!" dedim.
Kimseye vermediği "RUBAİLER" kitabını bakmam için bana verdi.
Kitabı inceledim. Mitat'ın bıraktığı yerden başlayıp birkaç rubai daha okudum. Benim gibi merak edip kitabı görmek isteyenler vardı. Verdiğim söze bağlı kalarak kitabı geri verecektim ama bir yandan da benim olmasını istiyordum.
İç kapaktaki "Huriye ve Osman arkadaşıma..." yazısının "Huriye ve" kelimelerinin üstünü parmağımla kapatarak:
"Hocam bu kitabı zaten bana imzalamışsınız!" dedim.
Gülümseyerek başını salladı.
"Ver sana imzalayayım!" dedi.
Verdim, yazdı, imzaladı, uzattı.
Otobüs hareket halinde olduğu için yazısı biraz dalgalı olmuştu. Olsun, rahat okunuyordu. Aynen şöyleydi yazdıkları:
"Huriye ve Osman arkadaşıma... yazmıştım. Ama bulamadım. Bu kez Habibe ve Osman Çeviksoy'a yazıyorum. Şiiri sevenlere helal olsun. 24.05.2010 - İmza."

      "Antalya'da 2011'in Mayısında..."
      Alkın Otel'e planlanandan en az iki saat sonra dönebildik.
Sayılı saatler, ne kadar da çabuk geçmişti.
Şimdi, ayrılma vaktiydi.
Bakışlarda hüzün vardı.
İstemesek de...
Vedalaştık.
      Antalya'da 2011'in mayısında buluşmak üzere...

 

ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN