ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN
Yazan: Abdülkadir Dedeoğlu
GÜNLÜĞÜMDEKİ O GÜN… 
23.10.2010
Konuk olmuşuz birkaç dost bir dostumuzun evine. Zaman epey geçmiş. Deyim yerindeyse, lafın beli kırılmış. Salonun bir köşesinden gelen "geç oldu" uyarıları henüz duyulmuyor tarafımızdan. Demek ki daha paylaşılacak şeyler var gibi. Ama kurulan cümle, bir önceki cümleyi desteklemiyor, konu bir önceki konudan kopuk. Doyamadığımız, bitmesin istediğimiz sohbet tam kıvamında..
Suçlusu boş bardaklar...
Ev sahibi, hanımlara hissettirmeden bardakları yenilemenin keyfini, hiç duymadığım bir ezgi ile çıkarırken, bir süre sonra herkesin, kendi makamında bir ezgi ile ona katıldığını fark ettim. Hoş bir düzensizlik vardı... Tam bardağıma uzanmıştım ki, sanırım sohbetin sonlanmasından korkan birisi, biraz da yüksek bir sesle, bir soru attı ortaya;
"-Ömrünüzün hangi dilimini bir daha yaşamak isterdiniz?"
"-ÖĞRETMEN OKULU!"
Önce bir sessizlik oldu. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Sonra herkesin bana baktığını fark ettim. Sonra içlerinden biri "Ne bağırıyorsun?" dedi. Diğeri; "Şaka yapıyorsun" dedi. Sonra gülüşmeler, kahkahalar...
Bu neyin refleksiydi bilemiyorum... Pot mu kırdım, şımarıklık mı yaptım anlayamadım. Ortalık sakinleyip, söz sırasını kaptığımda savunmadaydım…
"-Şaka yapmıyorum. Gerçekten o dönemi yeniden yaşamak isterdim."
Cümlemi zor tamamlayabildim. Hepsi birden şakayla karışık çullandılar. Her kafadan bir ses... Kim ne söylüyor bilmiyorum. Fikrim kabul görmedi, şiddetle reddedildi... Yokluk, gurbet, disiplin, eğlence, özlem, aile sevgisi gibi sözcükler bir takım cümleler içinde geçiyordu. Anlatamadım...
Anlayamazlardı... Hiç birisi öyle bir dönem yaşamamıştı...
Sustum. Herkes konuya ilişkin, bağıra çağıra birbirine bir şeyler söylerken, salonun öbür ucundan, beni anlayan bir çift göze takıldı gözlerim. Yüzünde tanımlayamadığım, ince bir gülümseme ile "aldırma, anlayamazlar" der gibiydi eşim...
Hiçbir şeyi umursamadım. Herkesin duyabileceği şekilde seslendim:
"-Geç oldu arkadaşlar, kalkalım..."
****
Gecenin serinliğini tüm bedenimde hissederek, konuşmadan yürüdük. Gecenin güzelliği sokakların boşluğundan mı, ayın parlaklığından mı bilemedim... Sanki her şey benim... Sanki...
Karım kolumda... Adımlarımız yavaş... Yolun bitmesinden korkuyor gibiyiz...
Bir de bekçi düdüğü duyabilsek öbür sokaktan...
Gecenin sessizliğinden karımın fısıltısı ile kurtuldum;
"-Gerçekten o dönemi yeniden yaşamak ister miydin?" Durdum bir an... Yokladım kendimi... Sorunun yanıtı gerçekten bu muydu? Başka bir zaman dilimi yok muydu tekrar yaşanacak? Hem niye hiç düşünmeden, bir çırpıda, hem de bağırarak o soruya o yanıtı vermiştim? Bu kadar mı kalıcı olmuştu o dönem bende? Belli ki o sorunun yanıtı bilinçaltımda o idi. Her neyse... Mutlaka başka dönemler de vardır ömür denilen zaman diliminde tekrar yaşanası. O duygusal ortamda, o baskın çıktı demek ki... Sorusuna sorusu ile yanıt verdim... Hiç beklemedi;
"-Ben de..."
****
Güzel bir peynir, güzel bir zeytin, bayat ekmek, koca bir demlik çay... Zaman sınırsız, masa bahçede... Güneş epey yükselmiş... Dün gecenin serinliği düştü aklıma, verdim sırtımı güneşe... Ne isterim...
Eşim çayları doldururken yüzündeki muzip gülümsemeyi fark ettim... Mutlaka dün gece bir şeyler yaptım ki, konuya nasıl, nereden gireceğini planlıyor şu an... Bekledim... "-Dün gece iyiydiniz!" dedi gözlerini kısarak... Sustum... "-Ama gereksiz inatlaştınız." Güneş fazla gelmişti enseme... Havluyu boynuma attım, diklendim... "-De ki sarhoş inadı... Yalan mı söylüyorum? Elbette hayatımın yeniden yaşanası birçok dönemi var. Elbette unutmadığım başka birçok yaşanmışlar var. Ama ayrıntılarıyla hatırlayabildiklerimin çoğu o döneme denk geliyor... Hem o dönem beni daha çok heyecanlandırıyor." Yeni bir cümleye fırsat bulamadım... "-Çayın soğumasın."
Anlaşıldı ki konu burada kesilecek..."
****
Ve yine anlaşıldı ki, ortak yaşanmamış hiçbir şeyin sohbeti olmuyor.." Olsa da sohbete benzemiyor... Hemen aklıma geliverdi; "Şapkamın şeridindeki eflatun" desem, benim Öğretmen Okullularım, neler duyar, neler söyler... "Alnımızda bilgilerden bir çelenk" dendiğinde, kim duygulanır, kim gururlanır bizden başka... "Bir köy ilkokulu" bizden başka kime sıcacık gelir...
"İlk Öğretmen Okullular" kaç kişi bilmiyorum. Biz "Çorum İlk Öğretmen Okullular" kaç kişiyiz, onu da bilmiyorum. Ama biliyorum ki ortak anılarımız hala canlı... Bir araya geldiğimizde, birçok şeyin, en küçük ayrıntısına kadar herkes tarafından anımsanması nasıl anlatılır?..
****
Belleğimin o dönemini şöyle bir taradım... Her şey, bedava ürün dağıtan mağazanın önündekiler gibi kafamda! İtiş kakış.. İşte rastgele bazıları...
****
1966 yılının Ekim'inde takım elbisem, Kasım'ında pardösüm oldu. İlk kez... O güne kadar, ne eskimiş ise o alındı. Uyar- uymaz kimin umurunda... Bana ilk kez, o sene "elbisen kahverengi mi olsun, yoksa lacivert mi?" diye soruldu. Ve ben ilk kez, o sene elbise provasına gittim...
O yılın Şubat tatilinde pardösüm, kahverengi takım elbisem ve yedi zayıflı karnemle Irmak İstasyonunda trene bindiğimde, Ankara'da okuyan bizim köylü yaşıtlarımla karşılaştım. Bir kompartımana sıkışmış, şamata yaparken, on altı yaşımın şeytanı dürttü... Pardösümü çıkardım, düzgünce katlayıp bavulumun üzerine koydum... Kaç gözü, kahverengi elbisemin üzerinde imrenirken suçüstü yaptım bilmiyorum! Unutur muyum?
****
Cebir ve Geometri derslerinden bir kez olsun beklediğim numarayı alamadım. Her seferinde bir ya da iki numara eksik okunurdu beklediğimden. Her not okunuşunda ben "yine mi?" derdim, öğretmen "evet" derdi sanki bakışları ile... Aramızda böyle bir iletişim olurdu da kimseler fark etmezdi... Belli ki uymazdım öğretmenin standardına... Ben, not çeteleme kendi numaramı yazar, yanına da eksik gelen numara kadar nokta koyardım. Bilinsin diye...
****
Eski okul… Bir Cumartesi akşamı... Akşam yemeğinden sonra, o daracık sokakta, gruplar halinde, bir hayli gürültü ile çarşıya iniyoruz. Bizim grupta herkeste ceviz var... Elimde bir tane kalmış. Kıramıyorum... Sokak lambasının direğinden yararlanarak kırmak istedim. Elimi uzatmamla direğe yapışmam bir oldu... Hiç kımıldayamıyorum, sadece bağırıyorum... Ne kadar sürdü bilmiyorum, birisi koluma vurdu, beni direkten ayırdı. Kendime geldiğimde çevremde kalabalık, evlerin penceresinde herkes... Yoğun bir fizik tedaviden çıkmış gibiyim... Doğru pasaja... Bir çay ve geçmiş olsunlar...
Ankara buluşmamızda bir arkadaşımız anlattı bunu... Olay tam da böyleydi. Eksiksiz.... Gülüştük... Ama beni direkten ayıran kimdi hiç hatırlamıyorum. Sordum… "Bendim" dedi Fikri Tarakçı. "Nasıl hatırlamazsın." Fikri Tarakçı ile kırk üç yıl sonra görüşüyorduk...
****
Nereden buldum bilmiyorum, kırmızı uçlu bir sigara yanıyor elimde. Bir tatil günü olmalı. Lise'nin önünden okula doğru gidiyorum. Karşı kaldırımda Günaydın Çetiner'i gördüm. Her zamanki gibi, ütüden yeni çıkmış, aheste adımlarla çarşıya doğru yürüyor... Sigaramı avucumun içine alıp, elimi ceketimin cebine sakladım. Atamam, kıymetli… Niyetim geçip gitmek... Üç beş adım sonra karşı kaldırıma baktım ki, Günaydın bana eliyle "gel" diyor... Elim cebimde, koştum... "Evet 329 Dedeoğlu, nasılsın bakayım?" Sigara yanıyor, eminim dumanı da tütüyordur. "Mektup alıyor musun? Paran yetiyor mu?" Hiç beklemediğim sorular... Hele Günaydın'dan... Sorular uzun, yanıtlar kısa... Sigara cebimde bitti bitecek... "Derslerin nasıl?" Ateş avucumda, bıraksam ceket yanacak... "Zayıfın var mı?" Yüzünde en ufak bir renk yok... Tam bir poker oyuncusu... Ne yapabilirim... Sıktım dişimi, bastım ateşe... "Arkadaşlarınla aran nasıl?" Gözlerimden birkaç iri damla düştü önüme... Bende ses yok, karşıda sorular kesildi... "Tamam, hadi şimdi git!"
Şah... Mat...
****
1969 yılındaki boykotumuzun yeri burası olamaz. Burası dar... Tarih kaydını düştü... Erzurum Dede'deki üç gün herkesin kafasında farklı bir üç gündür mutlaka. Herkes değerlendirdi, dağarcığına yerleştirdi... Ama herkes iki noktada birleşecektir; Birisi, herkes o heyecanı yaşıyordur, diğeri, herkes o gururu taşıyordur... Bu gün... Hâlâ...
****
Son sınıftayız... Stajlarımız var... Kendimizi öğretmen gibi hissediyoruz artık. Pek bir şey kalmadı şurada. Aralık'ın ortaları. Hava soğuk ama sınıf sıcak... İlk ders... Tevfik Akın girdi içeri, sınıf soğudu... Rastgele bir kısmımızı seçti... "Siz gelin çocuklar." Düştük peşine, bahçeye çıktık... Başka sınıflardan arkadaşlar da vardı bahçede. Birkaç grup olduk... Her grupta bir öğretmen var... Bizimki Tevfik Akın... Müdür Başyardımcısı. "Hadi çocuklar gidiyoruz." Herkes öğretmeninin çevresinde, yürüdük... "Hocam nereye gidiyoruz?" "Staja." Bir gariplik vardı... Böyle plansız, hazırlıksız, rastgele staj mı olur? Neyse... Ders zaten çekilmezdi... Hem anlaşılan epey bir ders kaynayacak bugün. Gidiyoruz... Her grup başka bir tarafa... Adını anımsayamıyorum, Turan Sinemasının arkalarında bir yerde bir okula geldik biz. Her birimizi bir sınıfa verdiler. Girdim bana gösterilen sınıfa... Sınıfın öğretmeni yok, gürültü, curcuna alabildiğine... Bir sevimsizlik var durumda... Hatta bir anlamsızlık... Sınıflarında bir yabancı gören öğrenciler, yerlerine oturup sessizleştiler. Ben hâlâ durumu kavramaya çalışıyorum. Öğrencilerle henüz selamlaşmadım bile. Sınıfta amaçsız dolaşırken, bahçede bir arkadaşımın koşarak uzaklaştığını gördüm. Sonra birinin daha... Sanki kaçıyorlardı. Meraklandım, sınıfın kapısından salona baktım, okulun yöneticilerinden olduğunu sandığım birisi, yazılı sınav havasında, elleri arkasında ağır adımlarla salonda dolaşıyor. Bana eli ile "devam et" işareti yaptı. Demek ki gidenlerden haberi yok. O zaman bunlar pencereden kaçtılar... Ama neden... E, vardır bir sebebi... Atladığım gibi pencereden, bir koşu pasajdayım... Zaten yakın...
Pasaja geldiğimde arkadaşlarımın çoğunu orada buldum. Herkes bir yolunu bulmuş öğretmenini atlatmış... Bir heyecan, bir kargaşa... Herkes heyecanla birbirine bir şeyler anlatıyor... Günün önemi giderek anlaşılıyor. Demek ki o gün bu gün... İyi ki kaçmışım...
TÖS boykotta…
****
Mehmet Özdemircioğlu, "Yarın 5-D sınıfında kurtarma yazılısına geleceksin" dediğinde kilitlendim, "Anladın mı Dedeoğlu?" dediğinde de kendime geldim... Ben iki yıldır Kimya'dan bırak beşi, üç bile almış değilim. Sadece geçen yılın bütünlemesinde bir kez beş almıştım da kendim bile inanamamıştım. Bir günde ne yapabilirim? Hem hesabıma göre on beş falan almam gerekir... "Hocam" diyecek oldum, dinlemedi. "Tamam. Yarın üçüncü saat. Ben öğretmeninden izin aldım."
Ertesi gün istediği yerdeydim. İki kişilik bir sıraya oturdum. Sıradakileri kaldırmadı. Üç kişi olduk. Soruları yazdırdı, kendi dersine geçti. Bir süre sorularla bakıştık... Yok, beni tanımıyorlardı... Kalkıp gitmek istedim, gidemedim... Bu eziyetin adı yoktu henüz…
Baktım tepemde dikiliyor hocam. Sorularla biraz da o bakıştı. Sonra elindeki kalemi kafama vurdu, vurdu... Acıtmadan... Kıyamıyordu belli... "Bu konular defterinde var mı?" dedi. Sustum. Aynı soruyu yanımda oturana sordu. "Var hocam." dedi. "İyi. Oku da Dedeoğlu öğrensin." Arkadaş okudu, ben yazdım, okudu, yazdım, ders bitti... Verdim kâğıdı kaçtım...
Kimya'dan geçmişim...
Meslek yaşantım boyunca, ne zaman bir öğrencim sınıfta kalacak gibi olsa, kimya gelmiştir aklıma ve o öğrencim geçmiştir... Çok yaşa Mehmet Hocam...
****
Ha bu arada, hâlâ kullandığım tıraş takımı kutusu o günlerden kalma. Ahmet Özol'dan on almıştım... Ben almıştım...
Paylas
ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN