ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN

Yazan: Ayhan Altay

DÜNE BAKARKEN

           Yoksulluğun diz boyu yaşandığı Anadolu'nun köy azmanı bir ilçesinde ilkokulu okumuştum. Ortaokul yoktu ilçemde. Bir yıl ara verdikten sonra ilde başladım ortaokula.

           Yarı aç, yarı tok geçen üç yıl ve bir yıl da iki dersten bekleme ile bitirdim ortaokulu...

           Anılarım hayli bulanık. Çorum'a ikinci sınava nasıl geldim, anımsamıyorum. Anımsadığım eski okul. Sanırım sınavdan bir gün önce gelmişimdir. Benden bir yıl önce gelen sekiz yıllık sınıf arkadaşım Sami ağırladı beni dersem saptırma olmaz. En azından ön ayak oldu bana.

           Bahçe içinde bir okul binası. İki bölümlü iki baraka ve çevresi kavaklarla sarılı uzunlamasına bir yatakhane. Çorum'a gelene dek hiç görmediğim o İç Anadolu'ya özgü alçak ve yerden kerpiç bina. Bir yanı mutfak ve yemekhane, diğer yanı hamam. İkisinin arasında yemek sonrası sigara tüttürülen helâ.

           Okuldaki ilk anım yemekhanede ilk sabah kahvaltısı. - Demek ki geceyi okulda geçirmişim.- Masaya oturduk. Kimdi anımsamıyorum. Büyük bir çaydanlıktan melamin bardaklara çayları doldurdu. Bu sırada Sami: "Yine şeker getirmemişler. Nasıl içeceğiz bu çayları" dedi. Öylesine kalakaldım. Biraz sonra masadakilerin tümü gülüştüler. Onlar çaylarını içmeye başladığında ben de içtim. Şekerliydi. Bu şakanın okula yeni gelenlere sıkça yapıldığını sonraları öğrendim. - O yıllarda yatılı okumamış olanlar bilmeyebilir. Çaylar şekerleri katıldıktan sonra dağıtım çaydanlıklarına konmaktaydı.-

           Başa döneyim yine. Şekerli suya ekmek doğrayıp doymaya çalıştığımız günlerden sonra Mehmet Amca'nın yemekleri, lüks bir aşevi ziyafetiydi. Burada Mehmet Amca olarak anıyorum aşçıbaşımız Mehmet Güntürkün'ü. Yarı aç günleri çok yaşamış olmama karşın hala yemek seçme huyu olan benim gibi birine bile olağanüstü hoşgörü gösterdiği içindir belki de. Belki de sınıf arkadaşım Yüksel'in babası olduğu için. -Kulakların çınlasın Yüksel. Ankara buluşmasındaki telefon kibrinden değil, Ankara'da olup buluşmaya katılmadığın için kırgınım sana.-

           Uslu akıllı bir öğrenci olamadım hiç. -Hoş öğretmenliğim süresince de aynıydım, hep sıra dışı oldum.- Aklıma taktığımı yapardım genellikle. Yılda birkaç kez, Müdürümüz Tayyar Kerman'dan bir buçuk gün izin alır. Zaten yalnız gidişin bir buçuk gün sürdüğü memleketimden ona bir haftalık da rapor eklerdim. Açıkçası ilk yıl zor oldu uyumum okula.

           Bu izinleri almanın bir de püf noktası vardı. Tayyar Bey'den izin almak kolaydı. Hatta ben biraz da tehdit eder gibi konuşurdum "Öğretmenim, siz izin verseniz de gideceğim, vermeseniz de. Ben istiyorum ki; kaçak duruma düşüp sizleri de uğraştırmayım" dediğimde izin hemen çıkardı. İzin çıkmasına çıkardı ama iş burada bitmezdi. İzinin resmiyeti dökülmesi için Eğitim Şefinin izin belgesi doldurması gerekirdi. O zaman Eğitim Şefi ve diğer  müdür yardımcılarının tümü aynı odayı kullanırlardı. İzin işlemleri için içeri girdiğinizde Müdür Başyardımcısı Günhan Özkan'ın odada olmamasına özen göstermek gerekirdi. Bir keresinde izin işlemleri için ben odaya girdikten hemen sonra Günhan Bey gelmişti. Bana ne işim olduğunu sorduğunda "Tayyar Bey'den izin aldığımı" söylemiştim de beni sert bir biçimde dışarı atmış, izin durumumu ortadan kaldırmıştı. -Yöneticiliğinde oldukça sert olan Günhan Öğretmenim, sınıfta ne kadar da tatlı olurdu.-

           Kara ikliminin ne demek olduğunu öğrendim o yıl. Yaz aylarında bile gecelerin soğuk olabildiğini, ceket giyerek sinemaya gitmek gerektiğini öğrendim. Bir iki santimetre karın aylarca toprakta kalabildiğine şaştım. Yüz elli kişilik yatakhane koğuşlarında, çift cam pencerelere karşın yatmadan önce bir önceki günün soluklanmalarından oluşan nemle buz tutan battaniyelerin, rulo yapılarak buzlarını kırdım. Çok soğuk gecelerin bazılarında üçer battaniyemizi birleştirip, altı battaniyeyi üstümüze örtüp iki kişi yattık. Ve birinci yıl sınıfta kaldım, hak ederek.

           Yeni okul, yeni bir yaşam. Kaloriferli yatakhane ve sınıflar. Ohhh. Rüyamızda göremeyeceğimiz bir rahatlık.

           Kütüphanede Sadi Bey. Hem mutemedimiz hem kitaplık memurumuz. Yücel Akça, Eyüp Tandoğan ve ben düştük okuma ve yazma sevdasına. Sadi Bey'den aldığımız Varlık dergileri bağladı bizi edebiyata. Okuduk ve yazmaya çabaladık. Bazen bir düz yazı, bazen şiirimsiler. Şimdi bakıyorum da Yaşantılar'da yazdıklarıma, eh yaşıma göre hiç de fena değilmiş hani.

           1969 yılı Ağustos sonları. Birkaç gündür okuldayız. Bütünlemeler var. Din dersi, Müzik ve Kimyadan bütünlemeye kalmışım. -Kulakların çınlasın Süheyla Öğretmenim. Sınıfın en iyilerinden biri olan beni onca haşarılığım ve dik kafalılığıma karşın hoş tuttun.-  

           Yatakhanedeyiz. -Belki de sigara içiyoruz. Artık erişkin bir erkek olduğumuzu başka nasıl kanıtlarız.- Kapı açılıyor içeriye Metin giriyor.

           Burada Metin'i kısaca anlatmakta yarar var. Hasanoğlan'dan bir yıl önce sürgün gelmişti. Dikkatle bakınca davranışlarında normal dışılık saptanabilirdi ama bu durum onu daha da sevimli yapıyordu. Sık sık "benim deli raporum var, ona göre" derdi ama biz onu şaka olarak algılardık. İki yıllıktı ve dördün üzerinde dersten kalarak haziranda belgelenmişti. Samsun Kavak'lıydı. Babası bir öğretmendi.

           Dönelim Metin'in gelişine. O güleç yüzüyle kapıdan girmesi hem şaşırtmış, hem de sevindirmişti bizi. Kucaklaştık. Oradan buradan konuşurken cebinden bir avuç tabanca mermisi çıkardı. Şaşırdık ama asıl şaşırmamız belinden çıkardığı tabancaya oldu. "Sizi son bir kez daha görmek, özlem gidermek istedim. Şimdi buradan çıkınca öğretmen odasına gideceğim. Önce Günaydın'ı, sonra kim varsa hepsini vuracağım" diyordu.

           Yavaş yavaş oyaladık Metin'i. "Dur" dedik. "Acelen ne" dedik. "Hele bu akşam bir arada olalım, kaçmıyorlar ya" dedik. Ama asla "vurma, ne yapıyorsun" demedik çünkü bunun onu tahrik edeceğini biliyorduk.

           Bu arada kim babasının adını ve adresini biliyordu anımsamıyorum ama bir arkadaşımız tuttu postanenin yolunu. Çekilen bir telgraf ve oyalanan Metin.

           Ertesi günü geldi Metin'in babası. Metin'i teslim ettik ona. Aldı gitti. Öğretmenlerin bilgisi olmadan kapattık olayı.

           Ayrıntılarını yazmayacağım birçok anım var tabi. Kimseleri kırmak istemem bundan sonra. Onlar ancak özel söyleşilerde kalacaklar. Bir de şöyle anımsayıvereceklerim var:

           Sevgili Nefise öğretmenime çektirdiklerim; Yusuf öğretmenimizden yediğim tek tokat; bir olayda benim yaptığımı sanıp haksız yere beni suçlayan, hep saygıyla andığım Mustafa Işıker öğretmenimle öğretmenler odasında boğuşup sandalyeleri devirip, masayı duvara sıkıştırmamız; Rasim Elverici'nin kravatsız derse girdiğim için bana yerimde bir kazık soru sorup kimyadan sözlü notu olarak bir verip eylüle bırakması gibi...

           Sizleri bilemem ama ben; "İyi ki yaşamışım o günleri. Tüm haylazlıklarımı da iyi ki yapmışım" diyorum ve özlemini hep içimde duyuyorum o günlerin...

Paylas  

ANILAR SAYFASINA GERİ DÖN