çorum ilköğretmen okullular

 

TIKI

Hasan Ali Kalayoğlu

          1969’un Aralık ayı. Mecitözü’nün Söğütyolu (Çerkezce ismi Zenun-Danın) köyünde stajdayız. Köy, Mecitözü yoluna 5–6 km uzaklıkta ve o günlerin koşullarında hayal bile edemeyeceğim kadar modern bir köy. Düşünün ki o tarihte köy kızları pantolonla geziyor, köy bakkalı genç bir bayan ve köy gençleriyle yaptığımız voleybol maçlarında genç kızlar gelip  -hem de bizim lehimize- tezahürat yapıyorlar. Tüm bunların nedeni de köyün Türk, Kürt, Çerkez ve göçmenlerden bir karma olmasıydı galiba.

         Köyde yemek, bulaşık ve temizlik işlerini nöbetleşe yapıyoruz. Staja giderken götürdüğümüz büyük tüplerden ilki bitince tembellik edip değiştirmediğimiz için, ikincisi de öğle yemeğini hazırlarken bitiverince tüpsüz kaldık.  Hemen Çorum’a gidip bunları değiştirmemiz gerekiyordu. Ayrıca ekmeğimiz ve diğer mutfak malzemelerimiz de tükenmişti. Arkadaşlar benimle birlikte şimdi kim olduğu bir türlü aklıma gelmeyen bir arkadaşı bu işle görevlendirdiler.

         İkindi vakti birer boş tüpü omuzlarımıza alarak 6 km yürüyüp Mecitözü yoluna çıktık. Biraz bekledikten sonra da bizi alan bir kamyona binip Çorum’a geldik. Köydeki arkadaşların aç kalmaması için hemen geri dönmemiz gerekiyordu ama okuldan almamız gereken malzemeleri alamadık. Dolu tüpleri elimize tutuşturup; “Siz hemen köye gidin, biz diğer ihtiyaçlarınızı ya gönderir ya da kendimiz getiririz” deyip bizi gönderdiler.

         Akşam olmuştu. Birer tüp sırtlayıp okula en az iki kilometre uzaktaki terminale geldik ama o saatten sonra Mecitözü’ne giden araç bulamayınca gece Çorum’da kalmamız gerekti. Sanırım okuldakiler bizi köyde bildikleri için okula da geri gidemedik. Otelde yatmak için yeterli paramız da yoktu ve soğuktan tir tir titriyorduk. Üstelik karnımız da açtı. Ne yapacağımızı düşünürken aklımıza sabahçı kahvesi geldi. Böyle kahveler olduğunu biliyorduk. Tüpleri terminalde Mecitözü yazıhanesine bırakıp sora sora kahveyi bulduk ve çayımızı söyleyip sıcacık sobanın başına kurulduk. Çayla birlikte ikişer tane de simit yiyince neşemiz yerine geldi.

         Gece yarısına doğru kahve iyice tenhalaşmış, sobanın diğer yanındaki masaya kafasını koyup o kalabalıkta bile sürekli uyuyup duran ufak tefek bir adamla bizden başka kimse kalmamıştı. Bizim de uykumuz gelmişti ama “Burasını otel mi sandınız?” diyerek bizi dışarı atacaklarından korktuğumuz için bir türlü uyuyamıyorduk. Birbirimizle konuşabileceğimiz ne varsa hepsini konuşmuş, iyice usanmıştık. Uyuyan adam bir ara kafasını kaldırıp kahveciye radyoyu kapatmasını söylediğinden ortalık tamamen sessizleşmişti. Adamın konuşması bir garipti. Kelimelerin üzerine basa basa tehditkâr ve emir kokan bir ifadeyle konuşuyordu. O kış kıyamette yakası göğsüne kadar açık kırmızı bir gömlek giymiş, elindeki iri tespihi de masanın üzerine bırakmış öylece uyuyor, biz ise onu uyandırmamak için fısır fısır konuşuyorduk.

         Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değilim ama ikimiz de sabredemeyip uyumuşuz. Birden o adamın sesiyle irkilerek uyandık ve başımızı masadan kaldırdık:
         -“ Söyleyin bakalım gençler, bu kış kıyamette ne ararsınız burada? Yatacak yeriniz yok mu sizin?”

         O kısacık boyuyla tepemize dikilmiş bize bakıyordu. Bizim uyandığımızı görünce de yanımızdaki sandalyeye çökerek kahveciye seslendi:
         -“Yap bakalım bize okkalı dört kahve. Biri kendine!”

         Duvardaki saatin kaç olduğuna baktığımda, havanın aydınlanmak üzere olduğunu anladım. 3–4 saat uyumuştuk ve bu da bize yetmişti. Adama kendimizi tanıtarak kahvede gecelememizin nedenini anlattık. Kahveler de çok iyi gelmişti doğrusu. Kahveci işinin ehliydi galiba. Gerçi o anda ne yiyip içsek aynı lezzeti duyardık ya neyse.

         Adamın adı, daha doğrusu lakabı Tıkı’ydı ve Çorum’un -galiba bizden başka herkesin tanıdığı- meşhur kabadayısıydı. “Benim kim olduğumu en iyi bunları görünce öğrenirsiniz.” diyerek gömleğinin yakasından birkaç düğme daha açınca gördüğümüzle irkildik. Tüm göğsü boydan boya jilet izleriyle doluydu. “Bunları başkası yaptı zannetmeyin haaa, hepsini kendim yaptım.” diyerek övünmekten de geri kalmadı. “Başkalarıyla dalaşırsam jilet kullanmam, aha bunu kullanırım.” deyip de belindeki kınından çıkardığı kocaman bıçaktan gözlerimizi ayıramayınca, bir süre izlememize izin verip sonra da kasıla kasıla yeniden kınına soktu.

         Bu arada hava aydınlanmıştı. Tıkı, ikimizin de yüzüne doğru eğilerek :”Sizi sevdim gençler; başınız sıkışırsa beni bulun. Varsa bir sıkıntınız ne olursa olsun hallederiz.” diyerek, kahveciye ve bize veda edip gitti. Yürüyüşü de bir horozun dövüş öncesi haline benziyordu. O kapıdan çıkar çıkmaz da kahvecinin homurtusu geldi:
         -“Her gece her gece olmaz ki birader. Ne para verir, ne de pul. Bize kendini beslettirir işte. Yakında birisiyle dalaşıp içeri girse de kurtulsak.”

         Kahveci de bizi sevmiş olmalı ki, taze demlediği çaydan iki kupa doldurup yanına da ne zamandan kaldığı belli olmayan iki bayat simidi de koyup yanımıza oturdu. Biz büyük bir iştahla çayla simide yumulurken, o da Tıkı’yı anlatmaya başladı. Anlattığına göre her kış aynısını yapıyormuş. Havalar ısınıncaya kadar 5-6 ay cezası olan bir suç işliyor, kışı cezaevinde geçiriyormuş. Hatta bir keresinde hâkimin birisinin önünü kesip:
         -“Hâkim bey, bana şöyle 4-5 aylık cezası olan bir suç söyler misin?” diye sormuş.
         Onu iyi tanıyan ve bu soruyu niçin sorduğunu bilen Hâkim de:
         -“Büyük bir devlet memuruna küfredersen sana bir kış yetecek cezayı veririz.” deyince de;
         -“Senden iyisini mi bulacağım Hâkim Bey? Senin ananı, avradını…” diyerek o kışı da kurtarmış.

         Biz de kahveden ayrılıp aylak aylak gezmeye başladık. Köydeki arkadaşlar nasıl olsa aç kalmışlardı. Akşama kadar da kalsalar ölmezlerdi ya. Derken hava bozdu ve lapa lapa kar yağmaya başladı.

         Arkadaş;
         -“Ben bu havada köye gitmem; yarın gelirim. Sen malzemeleri götür.” diyerek yanımdan uzaklaştı. Ben de aynı düşüncedeydim ama köydeki arkadaşların durumu ne olacaktı. Onları ekmeksiz ve tüpsüz bırakamazdım.

         Her ne olursa olsun köye gitme kararı vererek terminale gittim. 25 tane ekmek ve okuldan verileceklerin dışındaki sigara, rakı vb. malzemeleri de alıp bir çuvala doldurduktan sonra otobüse bindim. Kar, Mecitözü tarafında daha çoktu. Köy yolunun ayrımında inince yaptığımın ne kadar aptalca olduğunu anladım ama iş işten geçmişti. Önümde, ayak izi bile olmayan yürünecek 6 km. yol vardı. Bense iki büyük tüp ve ağırca bir çuvalla baş başaydım.

         Birkaç dakika sağa sola bakınıp yardım aradıktan sonra daha fazla oyalanırsan geceye de kalacağımı düşünerek yola koyuldum. Önce kafamı eğerek çuvalı boynumun arkasına ve omuzlarımın üzerine yerleştiriyor, sonra da yavaşça dizlerimi kırıp iki tüpü iki elime alarak yürümeye çalışıyordum. Ancak 50 metre gitmeden ya çuval düşüyor, ya ellerim yoruluyor, ya da boynum ağrıdığı için durup çuvalı indirmek zorunda kalıyordum. Böyle devam edemezdim ve bir çözüm bulmalıydım. Kemerimi çıkarıp çuvala bağladım ve kolumu arasından geçirerek çuvalı omuzladım. Böylesi daha iyiydi; en azından yere düşmüyor, ayrıca da ağırlık boynuma değil sırtıma biniyordu.

         Hava kararmıştı ve ben 1,5 saattir yoldaydım. Yarım saatlik yolum kalmıştı ama bende de pil bitmişti. Lapa lapa kar yağmasına rağmen her tarafımdan ter fışkırıyordu. Mola verip tüpün üstüne oturarak bir sigara yaktım. Karnım zil gibi açtı ama arkadaşların da en az benim kadar aç olduğunu ve beni beklediklerini düşündüğümde bunu umursamıyordum bile. Ayakkabım da eski olduğundan kar suyu girmiş, çoraplar vıcık vıcık ıslanmıştı. Ancak hava iyiydi ve üşümüyordum.

         Köyün ilk evlerinin görünmesiyle birlikte, beni gören köpeklerin tehditkâr havlamaları da başlamıştı. Zaten oldum olası köpekten hep korkmuşumdur. Şimdi de onlara bulaşmadan eve nasıl ulaşabileceğimi düşünüyordum. İşin ters tarafı bizim kaldığımız ev köyün diğer tarafındaydı ve ben tüm köyü bu halde geçmek zorundaydım.

         Köye biraz daha yaklaşmamla birlikte köpek havlamaları da koro halini almıştı. Artık ilerleyemezdim ve orada durup etrafa bakınmaya başladım. Bir süre sonra el elektriği ışığında ilerleyen bir karaltı görünce bağırdım. Kendimi tanıtınca yanıma geldi ve benim oraya kadar getirdiğim yükleri görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Hemen çuvalla tüpün birini alarak kaldığımız eve kadar beni götürdü ama evimizin ışıkları yanmıyordu. Komşu evlerden öğrendik ki arkadaşlar düğün evine davet edilmişler. Ben de kuru ekmekle karın doyurmak yerine ziyafete konmak umuduyla koşturup onları buldum ama yemek zamanı geçmişti. Bu nedenle hiç kimse “aç mısın?” diye sormayınca ben de utanıp söyleyemedim ve eve dönünceye kadar aç kaldım.

         Gece yarısı eve geldiğimizde bu yükle nasıl olup da bu kadar yolu yaya olarak gelebildiğime onlar da inanamadılar.


Corumio
31.01.2015