1970 yılında öğretmen olarak ilk kez İskilip’in Ilgaz Dağı eteklerine kurulmuş Sorgun köyüne atanmıştım. Henüz 17,5 yaşındaydım ve devlet yaşımım 18’den küçük olması nedeniyle maaş vermiyordu. Oysa 63 öğrenciyi teslim ederken yaşımın küçüklüğünü bir sakınca olarak görmemişti. Köyle ilçe merkezi arası 32 km’ydi ve yol, su, elektrik gibi hizmetler henüz ulaşmamıştı. Tüm evleri çatma yapı denilen, ağaçların üst üste konmasıyla inşa edilmiş, kereste kaçakçılığı ve gurbet ameleliğiyle geçimini sağlayan çok fakir bir köydü. Çoğu evde soba ve gaz lambası bile lüks sayılıyor, ocakta yanan ateşin verdiği aydınlık ve ısıyla yetiniliyordu. Traktör dâhil, hiçbir motorlu araç yoktu. Arada sırada duyulan motor sesi ya bir jipe aitti, ya da ormandan tomruk taşıyan bir kamyona. Zaten motor sesi duyulduğunda tüm köy halkı gelen aracın başına toplanırdı. Gelen de ya jandarma olurdu, ya sağlıkçı, ya hasta, ya da orman mühendisi. Köye ilk kez tomruk kamyonu ile gelmiştim. Tüm köy erkeklerinin “hoş geldin hoca” dileklerini karşıladıktan ve “sen otur” diyerek zaten birkaç parçadan ibaret olan eşyalarımı taşımalarından sonra, köydeki tek taş-beton karışımı olan okul lojmanına eşyalarımı yerleştirmeye başlamıştım ki kapıya vurulduğunu duydum ve açtım. Karşımda bir elinde bir tas yoğurt, diğer elinde de “Grundig” marka radyosuyla yaşlı bir kadın vardı. Merakla sordum: -“Buyur teyze, ne istemiştin?” Yüzündeki derin çizgileri tatlı bir gülümsemeye dönüştürerek; -“Köyümüze hoş geldin oğlum.” dedi ve elindeki radyoyu bana uzatarak devam etti: -“İyi ki geldin de Hızır gibi yetiştin. Bak, bozuldu kör olasıca. Şuna bir zahmet el atıver.” Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yaşlı teyze, bu kadar yıl okuyan birinin radyo tamirciliğini de mutlaka öğrenmiş olması gerektiğini düşünüyordu herhalde ve ben ona tamirattan anlamadığımı söyleyemezdim. Çaresizliğimi belli etmemeye çalışarak radyoyu elime aldım ve bilgiç bir ifadeyle: -“Nesi var bunun, çalmıyor mu?” diye sordum. -“Bilmem ki yavrum.”dedi. “Oğlum Bolu’dan alıp getirdiğinde öyle güzel çalıyordu ki. Çoluk-çocuk oynamasın diye en üst sergene koyuyordum. Geçen gün benim gelin aşağı indirince ufak torun oynamış. O günden beri de sesi çıkmıyor.” O yıllarda radyoda uzun, orta ve kısa dalgalar vardı ve genellikle uzun dalgada Ankara Radyosu dinlenirdi. Tamir ediyor görüntüsünü vermeye çalışarak, metre ayarıyla oynadım, olmadı. Sonra dalga düğmesine baktım; orta dalgadaydı ve buradan gündüz hiçbir yayın dinlenemezdi. Olayı çözmüştüm. Hemen uzun dalgaya ayarladım ve ibreyi Ankara Radyosu frekansına getirir getirmez radyo çalmaya başladı. Yaşlı teyze çok sevinmişti. -“Allah senden razı olsun oğlum, bu da bizde bulunan.” diyerek yoğurdu elime tutuşturdu ve radyoyu alarak çala çala gitti. Sonradan öğrendim ki, benden önceki öğretmenin babası radyo tamircisiymiş. Bu nedenle de az çok anlıyormuş. Köylüye de bu işin okulda öğretildiğini söylemiş. İyi ki bu işlere elim yatkındı ve o günden sonra pek çok radyo, saat gibi aletleri tamir ettim. Ertesi gün kapım gene çalındı. Bu kez karşımda birkaç kişi vardı. Ne istediklerini sorduğumda, ellerindeki kâğıtları göstererek: -“Hoca, bir senet işimiz vardı. Tarla alıp sattık da. Onun senedini yapıver diye geldik.” dediler. Şaşkınlıkla: -“Bunları muhtar yazmıyor mu?” diye sordum. İçlerinden biri alaycı bir gülümsemeyle: -“Muhtarın okuma - yazması yok ki.” dedi. Yavaş yavaş köy öğretmenliğinin ne demek olduğunu anlamaya başlıyordum ve bu süreçte bana yardım edecek hiç kimse yoktu. Bir gün önce yaşlı teyzeye diyemediğim gibi, onlara da bu işlerden anlamadığımı söyleyemedim. Çünkü onlara göre, öğretmen her şeyden anlardı; anlamazsa da iyi bir öğretmen değildi. Mesleğimin onurunu korumak zorunda olduğumu hissediyordum. Çaresizlikle bakarken, ellerinde “Köy defteri” yazılı, kenarları buruşmuş büyük bir defter olduğunu gördüm. Gelenleri içeri buyur ederek defteri istedim. İçinde daha önce köy kâtibi tarafından yapılmış bir sürü köy senedi vardı. Çözümü bulmuştum. Hemen senetlerden birini örnek alarak yazmaya başladım. Bu arada da sohbet ediyorduk. İçlerinden biri: -“Dün de Hatçe Bacı’nın radyosunu tamir etmişsin. Sana dua edip duruyor.”dedi. Hiç bozuntuya vermeden: -“Onlar ufak iş.”dedim. Diğeri gülerek: Geçenlerde radyoda Muazzez Türük çıkmış. Hatçe Bacı da “gelinim gelsin de beraber dinleyelim” diye radyoyu hemen kapatmış. Gelini gelip de açınca radyoda hafif müzik dedikleri gâvur müziği çalıyormuş. Hatçe Bacı şaşkınlıkla beddua üstüne beddua yağdırmış gâvurlara. “Nerde benim Türüğüm, nereye gitti o?” diye bar bar bağırmış. Hepimiz gülüştük. Diğeri de Hatçe Teyze ile ilgili şu anısını anlattı: -“Geçenlerde de pilli el fenerinin söndürme düğmesini bulamayınca yastığın altına sokmuş. Oğlu gelince de; -“Oğlum, ben bunu söndüremedim. Işığı boşa gitmesin diye de yastığın altına soktum. Şunu söndürüver.” Diyerek çıkarıp vermiş. Tabii bu arada da fenerin pili bitmiş. Bu arada senet işi de tamamlanmıştı. Köy defterine işleyip imzalattım ve birer nüsha da ellerine verdim. Memnun olmuşlardı. Giderken, tarlayı alan: -“Hocam.”dedi. “Horozu canlı mı göndereyim, yoksa kesip temizleteyim mi?” -“Ne horozu?”diye sorduğumda: -“Senet yapma horozu.”dedi. Ben istemediğimi söylediğimde ise hepsi birden itiraz etti: -“Yoo, bu senin hakkın, sakın itiraz etme. Bu kadar yıldır mekteplerde boşuna mı dirsek çürüttün.” Onların okullarla ilgili inancı buydu. Okulda, hayatta gerekli olandan başka ne öğretilebilirdi ki? Bu nedenle yerden göğe haklıydılar ve ben de onların bu görüşüne saygı gösterip sesimi çıkarmadım.
Çok değil, birkaç yıl sonra iyi bir radyo ve saat tamircisi, çevre köylere bile at gönderilerek çağrılan senet yazıcısı, (Elden düşme 1940 model bir daktilom bile vardı) hatta köy bütçesini yapan köy kâtibi bile olmuştum. Evde de horoz eksik olmuyordu doğrusu.
Köy Enstitüleri’ni kapatarak öğretmenin köye yapması gereken katkıyı yok etmeye çalışanlar, bunların yaşarken de öğrenilebileceğini hiç düşünmemişlerdi her halde. Yoksa buna da bir önlem bulunurdu mutlaka.
İbrahim YILDIRIM'ın konuya ilişkin anısı: Hasan Ali kardeşimin tamirci anısını okuyunca aklıma, bundan 41 yıl önce Hasan Ali ile ilgili kısa bir anım geldi. Şimdi o anımı anlatmak istiyorum:
1971 yılı 1 Kasımı, İskilip İlçesi Karmış köyünde göreve başladım. Karmış, Kastamonu - Tosya sınırına yakın, İskilip'in en son köyü. Okulumuz iki öğretmenli tek lojmanlı, lojmanda diğer öğretmen arkadaşım oturuyor. Köyde okulumuza yakın bir de orman muhafaza memurlarının lojmanı var. İki ormancı arkadaşla hemen her gün birlikte bulunuyor, birlikte ziyaretlere gidiyorduk.
Yine bir gün komşu Sorgun Köyü'ne, öğretmeni ziyarete gitmeye karar verdik ve ertesi günlerden birinde bunu gerçeklestirdik. Öğretmenle tanışıldı, sohbetler edildi, yenilip içildikten sonra veda ederek ayrıldık.
Sonra bu ziyaretin üzerinden yıllar geçti ve unutulup gitti. Ancak 36 yıl sonra 8-10 Kasım 2008 tarihlerinde Çorum'da ilk birlikteliğimizde, Hasan Ali Kalayoğlu kardeşimle sohbet ederken laf lafı açtı, konu o Sorgun Köyü ziyaretine geldi. Ben kısaca olayı anlattım. Hasan Ali bu arada can kulağıyla dinliyordu. Sonra, "Sorgun'daki o öğretmen bendim" demez mi, işte ben o an nasıl oldum bilemezsiniz. Kısa bir süre geçmişi hatırlamaya çalıştım ve daha sonra Hasan Ali'ye tekrar içtenlikle sarıldım.
Hasan Ali ile ilk tanışmamız, 36 yıl sonra karşılaşmamız ve dostluğumuz böyle başladı ve devam etmektedir.