SUDAN ÇIKAN EL

                       Hasan Ali Kalayoğlu


            1971 ilkbaharında Mayıs başları. İlk atandığım yer olan İskilip’in 1300 rakımlı Sorgun Köyü’nde meslekteki ilk yılımı tamamlamak üzereyim. Ilgaz Dağı’nın eteklerine kurulmuş tam bir orman köyü. Okul dışındaki tüm yapılar çatma denilen bir sistemle hiç çivi kullanılmadan ağaçtan yapılmış. Kışın aylarca yatan karın erimeye başlaması nedeniyle en ufak dereler bile neredeyse ırmak olmuş akıyor.

            İşte böyle bir dönemde yıl sonu toplantısı için ilçeye çağrıldık. İki öğretmeniz. Çorum İlköğretmen Okulu’nun 1969 mezunlarından rahmetli Mustafa Tetik ve ben. Öğretmenlikte onun ikinci, benimse ilk yılım. Köyün ne yolu, ne elektriği ne de ulaşım aracı var. 130 haneli köyde tek bir traktör var ve ilçeyle tüm bağlantı bununla yapılıyor. Ulaşım ciplerle de sağlanıyor ama 32 km’lik yol için 125 TL istiyorlar. Bizim maaşımız ise 580 TL. Gel de kirala! Biz de ormandan tomruk taşıyan kamyon ve traktörlerle gidip geliyorduk.

            İlçenin pazarı Çarşamba günleri kuruluyordu ve toplantı da aynı gündü. En azından geri dönerken pazarcılarla birlikte o tek traktöre binme şansımız var diye sevinerek salı günü akşamı yola çıktık; tabii ki yayan. 5–6 km yürüyüp de komşu köyü yeni geçtiğimizde, karşıdan bir cipin geldiğini gördük. Mutlaka hasta getiriyordur diye düşündük ve yanılmadık da. Şoför yanımızdan geçerken “Bekleyin hocalar, hastayı bırakıp hemen geliyorum.” deyince biz de oracığa çöküp birer sigara tellendirdik. İlçeye gidişte işimiz rast gitmişti ama bakalım geriye nasıl dönecektik?

            Toplantımız öğle saatlerinde bitmişti. Elimizde 5. sınıfı bitireceklere vereceğimiz henüz boş diplomalar, diploma ve sınıf geçme defterleriyle birlikte, bir aylık alışverişimizi de yaparak traktörün başına geldik. Ortalık tam bir ana baba günüydü. Başka bir ulaşım aracı olmadığı için de bu kargaşa kaçınılmazdı. Zaten biz bunların hepsine razıydık, yeter ki sıkışacak bir yer bulalım. Neyse, öyle ya da böyle römorkta bir yer bulduk ama tamamen sığamadığımız için ayaklarımız römorkun yanlarından sallanıyordu. Römork önceden buğday ve un çuvallarıyla doldurulmuş, biz de bunların üstüne oturmuştuk. En az 50 kişi vardık. Traktör, diğer günlerde tomruk taşımakta kullanıldığı için römorku da büyük kasa ve büyük tekerleği olan özel yapımdı.

            Köye 7–8 km kalıncaya kadar işler oldukça iyi gitti. Burada, Koçcağız Deresi denilen büyük bir dere vardı ve kar sularının erimesiyle birlikte coşkulu bir hal almıştı. Hızlı da aktığı için büyük taşlar getiriyor, suyun çok bulanık olması nedeniyle fark edilemeyen bu taşlar da içinden geçerken cip ve traktörlere güçlük yaratıyordu. Yolun en korkulan yeri burasıydı.

            Derenin yanına gelince birkaç kişi traktörün çok yüklü olduğunu ve yolcuların inip öyle geçilmesinin doğru olacağını söyledi ama indiğimizde o coşkulu sudan biz nasıl geçecektik? Soğuk kar suyuna girmeyi hiç kimsenin gözü kesmedi. Bir süre tartıştıktan sonra, şoförün “Korkmayın yahu, bir şey olmaz.” deyişine aldanıp geldiğimiz gibi geçmeye karar verdik. Bu arada öğretmen arkadaşım gene de ne olur ne olmaz diyerek elindeki diplomaları ve defterleri naylon bir poşete koyup sıkı sıkı sardı ve koltuğuna kıstırdı. Bize bir ay yetecek alışveriş paketleri de benim kucağımdaydı. Çok korkuyorduk ama başka çare yoktu ki.

            Traktör, ağır ağır derenin ortasına gelince ön tekerleklerin tamamı suyun içinde kayboldu. Öyle ki biz römorkun kenarından sallandırdığımız ayaklarımızı havaya kaldırmasak, suya değmiş olacaktık. Tekerlekler koca koca taşların üzerinden geçerken römork havalara kalkıp kalkıp iniyor, biz ise birbirimize tutunarak dualar edip aklımıza gelen bütün ayet ve sureleri okuyorduk.

            Birdenbire römorkun bizim olduğumuz yan tarafının havaya kalktığını fark ettik ve korkuyla birbirimize bakarken düşmemek için de sıkıca römorkun kenarına tutunduk. Tam o anda da ön taraflardan canhıraş bir ses ortalığı inletti:
            -“Halka yerinden çıktıııı! Herkes atlasın!”

            Anlaşılan römorkun traktörle bağlantısı yerinden çıkmıştı ve yan yatmaya devam ediyordu. Biz sapır sapır suya gömülürken römork iyice yan yatıp öylece sabit kaldı. Üzerimize kapaklansa kaçımız oracıkta kalırdık bilmiyorum. Ortalık ana baba günüydü. Buz gibi suyun içinde debelenip duruyorduk ve üzerimize insan ve çuval yağmaya devam ediyordu.

            Akıntının hızına kapılıp da aşağılara doğru batıp çıkarak sürüklenirken,  alışveriş paketleri elimden kurtulduğu gibi sulara gömüldü. Hem kenara çıkmaya çalışıyor, hem de arkadaşımı görmek için çevreme bakınıyordum. Birden, az uzakta sudan çıkmış bir el gördüm. Kendisi görünmüyordu, sadece bir eldi ama sıkıca kavradığı diplomalardan kimin eli olduğu kolayca anlaşılıyordu. Arkadaşım, kendi başına geleceklere razı olmuştu ama elindeki evrakların ıslanmasına asla!

            Sonuçta, ikimiz de kenara çıkabildik ama karşı kıyıya değil, geldiğimiz tarafa. Bu nedenle bir kez daha suya girip karşıya geçmek zorunda kaldık. Diğer yolcular da ufak tefek yaralarla kurtulup kıyıya çıkmışlardı. Ortalık ana baba günüydü. Ağlayanlar, sızlayanlar, suya giden eşyalarını yakalamaya çalışanlar... Buz gibi kar suyu içimize işlemiş, zangır zangır titriyorduk. Römork ise derenin ortasında yan yatmış duruyordu.          

            Hemen birkaç yere ocaklar yakıldı ve başına toplandık. Kadın, erkek karışık olduğumuz için üzerimizi de çıkaramıyorduk. Biz kurumaya çalışırken, köylüler yeniden suya girip önce römorku düzelttiler, sonra da sudan çıkardılar. Çuvallar dolusu buğday ve un sulara kapılıp gitmişti. Tek geçim kaynağı orman kaçakçılığı ve başka illerde ırgatlık olan bu insanların kayıpları bizim o günlerde anlayamayacağımız kadar büyüktü.

            Bize gelince, bir ay yememize içmemize yetecek alışverişimizi suya kaptırmıştık ama devlete karşı başımız dikti. Çünkü evraklara bir damla bile su değmemişti ve hepsi de sapasağlamdı…    

 


 

                     GERİ