Geleceğe dönük düşlerimle yaşayıp giderken okul bitti. Ankara’ya ailemin yanına gittim. Çok sürmedi, resmi zarf ulaştı adresime. Ulus’ta, Turgut Reis İlkokulu’na depolanmışız. Durumu öğrenir öğrenmez oradaydım… Uzun adımı listede kolayca buldum…
Tanımı zor bir hâl içindeydim. Listenin başındaki kalabalığın içinde, gözlerimi adımdan ayırmadan, itile kakıla, öylece duruyordum… Anlamsızca… Ne oradan ayrılabiliyordum, ne de ne yapacağımı düşünebiliyordum. Kendimi bırakmış, kalabalıkla dalgalanıyordum…
Bir zaman sonra kalabalığın dışında buldum kendimi… İçimde bir ferahlık vardı. O gün okulun çevresinde epey bi dolaştım. Kaç kez listenin başına gittim, kaç kez, ilk kez listeye bakıyormuş gibi adıma baktım bilmiyorum. Ama o gün oralarda akşamı ettim… Huzurluydum…
Eve giderken otobüse binmedim. Yürüdüm… Sokakların kirliliği rahatsız edici değildi eskisi gibi… Ayrıca şehrin gürültüsü hiç de kötü durmuyordu koşuşturmanın yanında… Herkes, her şey daha sevimli gibi sanki… Yürürken içimdeki boşluğu yakaladım birden... Kocamandı… Hem de herkesin sığacağı kadar kocaman bir boşluk… Kısacık zamanda, nasıl da değişmişti dünyam… Hem biraz küçülmüş müydü ne?
******
Ne kadar zaman geçti, nasıl geçti bilmiyorum, Ankara-Çubuk-Peçenek köyüne atamamın yapıldığını öğrendim. Ertesi gün, göreve başlamak için Çubuk’taydım. İşlemlerden sonra evrak dolabındakileri almamı tembihleyip, geçen yılın mezunlarının diplomalarını verdiler. Yedi tane… Yeni yılın çalışma takvimine göz atarken, köye nasıl gidebileceğimi sordum. Bir şeyler anlattılar, olmayınca bir başkasını çağırdılar. “Buradan gidemezsin” dedi gelen… Yüzündeki tebessüm yardımcı olmanın huzurundan mı, yoksa bana acımasından mı anlayamadım… Öyle ya Çubuk’un köyüne, Çubuk’tan gidemiyordum. Sonra anlattı… Ankara’ya dönüp, İstanbul yolundan gidecekmişim… Ayrıntısı; O yörenin köylüleri, Ankara’da Dışkapı’da her Cuma günü pazar kurarlarmış, öğleyin de dönerlermiş… Onlarla gidip gelebilirmişim… Güzel de, günlerden Cuma… Ders…??
Ankara’ya döndüm, bir Ankara haritası buldum. Gözümle Çubuk’tan yola çıktım, Ankara’ya, oradan İstanbul yoluna katılıp Kazan’a kadar gittim… Kazan’dan sağa dönüp, toprak yolda 10km kadar ilerledikten sonra Peçenek köyünü buldum… Kocaman bir C… C’nin alt ucunda Çubuk, üst ucunda Peçenek…
Cumayı bekledim kafamda onlarca soru ile… Ne, nasıl olacak hiçbir yorum yapamıyordum. Beklemekten başka yapacak bir şeyim de yoktu… “Dur bakalım” dedi danıştıklarım... “Hele şu ilk günler bir geçsin, bir yolu vardır elbette… Yoksa da bulunur…” Öyle ya…
İlk Cuma sabahtan, Dışkapı’daydım. Buldum birilerini… Ama Peçenek’ten değil, bir ileriki köyden. Bu Cuma Peçenek’ten gelen olmamış…Durumumu anlattım… Beni köye bırakabilirlermiş. Yol köyün eteğinden geçiyormuş zaten... Ancak Cuma namazına yetişeceklerinden, minibüs falan saatte kalkarmış… O saatte burada olmalıymışım…
Bu bilgilerle eve döndüm. Çubuk’tan aldığım evrak ve özel üç beş eşyamı toplayıp, kahverengi takım elbisemi giydim… Söylenen saatte oradaydım… Köylüler getirdiklerini satıp, alacaklarını almış gitmeye hazırlar… Hallerinden belli ki, zamanında gelmesem beklemeyecekler…
Pek de düzgün olmayan bir minibüsle yol alıyoruz. Bende yolda kalma korkusu varken, diğerleri, bölgenin insanı olmalarından olmalı, işi eğlenceye döküyordu… Birisi “arkada traktör var usta yol ver” derken,” öteki “ akşama köyde olur muyuz” diyerek, kendince neşeleniyordu… Derken, beklediğim gibi, sıra bana geldi. Sordular, sorguladılar, kendi öğretmenleri ile kıyasladılar. Sonunda kibarlık ağır bastı, denk tuttular.
Asfalt yoldan ayrıldıktan sonra, iki yanında kavak ağaçlarının sıralandığı küçük bir su akıntısı boyunca epeyce yol aldık. Toz ve gürültü herkesi yormuş olmalı ki, kimseden ses çıkmıyordu. Bir süre sonra birisi omuzuma dokunup köyü işaret etti… On kadar ev görünüyordu tepenin yamacında. Küçük pencereler ve toprak sıva hemen göze çarpıyordu.
Minibüs yol kenarında yalnız bir kulübenin önünde durdu… Şoför köyü gösterip, eli ile selamladı beni. İndim. Toz dağıldığında o kulübenin okul olduğunu fark ettim… Kalın taş duvarlı küçük bir bina… Tahta kepenklerin kimisi açık… Pas tutmuş bayrak direğinin ipi çözülmüş, sallanıp durur. Bahçenin çevre duvarı bile yok… Binanın biraz açığındaki tuvaletin kapısı kopmuş olmalı ki, duvarına dayayıvermişler. Pencerelerden, camı kırık olanına yaklaştım... Kepenklerin aralıklarından sızan ışığın altında bilmem kaç tane koyun, yatmış, bir taraftan geviş getiriyorlar, bir taraftan da dönmüş bana bakıyorlar koyun gözleriyle mel mel…Umursamazca…
Şaşkınlığım ne kadar sürdü bilmiyorum. Yüzümdeki sivrisineği kovarken, üzerimden havalanan tozla kendime geldim. Elbisemin rengi kayıptı. Çırpındım, silkelendim, tozdan arınmaya çalıştım… Sonra boş verdim… Bir ara köye kaydı gözlerim. Sekiz on tane ev, her evin yanıbaşında tezeklik hayvan dışkısı yığını ve onların üzerinde eşelenen üç beş tane tavuk… Başka yaşam belirtisi yok… Her taraf toprak rengi… Gri… Çatılar bile… Ve bir tane ağaç yok evlerin yanıbaşında…
Yürüdüm köye doğru… Kafamda her şey gri ve cilalanmış gibi dümdüz… Öylesine gidiyorum… Yanıt arayacak soru bile yok… Tek yorumum “vardır elbet bir sebebi”nden öte gitmiyor.
Yolu yarıladığımda, bana doğru bağıra çağıra koşan beş altı kadar çocuk ve bir kadın beni şaşırttı… Biraz önce üç beş tavuktan başka yaşam belirtisi olmayan köyde, birden bire ortaya çıkmışlar, neşe içinde bana doğru koşarak geliyorlardı. Anlam veremediğim onca şeyden sonra, böyle anlamlı bir şey beni hayata döndürmüştü sanki… Duygulandım, bekledim…
Epeyce yaklaştıklarında durdular. Çocuklar orada kaldı, kadın yanıma kadar geldi… Yüzündeki ifade üzüntüyle karışık, şaşkın ama mahcup bir gülümseme… Ses tonu özür diler gibiydi… Anlamaya çalışıyordum… “Öğretmensin galiba” dedi. “Evet” dedim. “Ben muhtarın hanımıyım” dedi. “Bizim oğlan bu günlerde askerden gelecek de, uzaktan o sandık seni. Aynısın.”
Ben ne bekliyordum, ne çıktı… Bu gel-git sarsmıştı beni. Ama kendimi çabuk toparladım. Kararlı bir ifade ile “Olsun” dedim. “Beni de bir oğlun say. De ki ikiziz. Ne olur?” Ruhsuz ve cılız bir ses tonu ile “Elbette” dedi… “Tabi.”
Çocuklarla birlikte hiç konuşmadan köye doğru yürüdük…