Yıl 1968, aylardan Kasım. Çorum İlköğretmen Okulu 5. Sınıftayım. Ekim ayı içinde yapılan Meksika Olimpiyat Oyunları’ndan ülkemiz iki altın madalyayla dönmüştü. Bunlar da güreşte Ahmet Ayık ve Mahmut Atalay’ın olimpiyat şampiyonluklarıyla kazanılmıştı. Mahmut Atalay’ın Çorumlu olması o yıllarda bizde ayrıca bir sevinç ve coşkuya neden olmuştu.
Bir öğle vakti okulda şöyle bir anons yapıldı: “Olimpiyat şampiyonlarımız Ahmet Ayık ve Mahmut Atalay bugün Çorum’a geleceklerdir. Şampiyonlarımız için, Çorum’un Ankara girişindeki Erkek Sanat Okulu’nun karşısında karşılama töreni düzenlenmiştir. Katılmak isteyen öğrencilerimiz öğleden sonraki derslerden izinli sayılacaklardır.”
Hazır öğleden sonraki derslerden yırtma şansı elimize geçmişken durur muyum, daha doğrusu durur muyuz? Hemen cümbür cemaat dışarı fırladık ve neşeyle karşılamanın yapılacağı ve bize bir hayli uzak alana doğru yola çıktık. İçimizden bazıları izni fırsat bilip başka yerlere dağılsalar da genel çoğunluk karşılama alanına gidiyordu.
Karşılama yapılacak yere geldiğimizde büyük bir kalabalığın alanı tıka basa doldurduğunu gördük ve biz de aralarına daldık. Uzunca bir süre bekledikten sonra “Geldiler” diye bağrışmalarla birlikte şiddetli bir alkış sesi yükseldi. Bulunduğum yerden hiçbir şey göremiyordum ama güreşe duyduğum özel ilgi nedeniyle olsa gerek içim müthiş coşkuluydu. Bir an önce ülkemizin gurur abidelerini görmek ve sarılıp öpmek istiyordum.
Bu arada halk iki şampiyonumuzu omuzlara almıştı ve ben onları ilk kez bu sayede görebildim. Altın madalyalarını boyunlarına asmışlardı ve kolları havada bize el sallıyorlardı. Yüzlerinde sevinç ve gurur bir aradaydı. Dedim ya ben de coşmuştum ve onları daha yakından görüp kutlamak amacıyla kalabalığı yarıp yanlarına yaklaşmaya başladım. Bir süre kalabalıkla boğuştuktan sonra Ahmet Ayık’ın hemen yanına gelmeyi başarmıştım. Dünyanın 97 kilodaki en büyüğü hemen yanımdaydı ve ben ona dokunabiliyor, elini tutabiliyordum.
İşte tam o anda Ahmet Ayık’ı omuzlarında taşıyan ve herkes yukarı baktığı için kimsenin farkında bile olmadığı kişi elimi tutarak beni yanına yani Ahmet Ayık’ın altına çekti. Ne olup bittiğini anlamaya fırsat kalmadan bir anda 97 kiloluk gövdeyi omuzlarımın üstüne yerleşmiş buldum. Henüz 16 yaşında ve 70 kilo civarındaydım. Daha ilk dakikada omuzlarım, üstündeki ağırlığın altında çökmeye başlamıştı. Ayrıca kalabalık bir o yana bir bu yana dalgalandığı için o koca gövdeyi zapt etmek daha da zor oluyordu. Yalvarır gözlerle etrafıma bakıyor ve beni bu yükten kurtaracak bir tanıdık ya da gönüllü arıyordum ama herkes omuzlarımdaki yükle ilgilendiği için benim ne durumda olduğum kimsenin umurunda değildi. Konvoy saat kulesine doğru yürüyüşe geçmiş, ben de arkadakilerin ittirmesiyle yana yıkıla yükümle birlikte o tarafa doğru yürümeye başlamıştım.
Aradan epeyce bir süre geçmiş ama benim durumda en küçük bir değişme olmamıştı. Herkes alkışlar arasında bağıra çağıra bizimle birlikte yürüyor ama hiç kimse yükümü almaya yeltenmiyordu. Gittikçe ağırlaşan altın madalyalı yüküm omuzlarımı çökertmek üzereydi ve artık dayanma gücümün sınırına gelmiştim.
İşte tam da o anda çok uzun boylu birisi coşkuyla gelip yükümü kucaklamak istedi. Omuzlarımdaki şampiyon da onunla kucaklaşabilmek için öne doğru biraz eğilmek zorunda kalmıştı. Bu fırsatı kaçıramazdım. Onlar tam kucaklaşmışken kafamı şampiyonun bacakları arasından kurtardığım gibi onu karşıdakinin kolları arasına iterek kendimi geriye attım. İkisi de ne olduğunu anlayamamışlardı ve kucak kucağa sendeleyerek yere düştüler. Bense o arada kalabalığın arasına dalıp kaybolup giymiştim bile.
İşte o gün bu gündür, kendim almadığım gibi dostlarıma ve gençlere hiç kimseyi omuzlarına almamaları konusunda tavsiyelerde bulunur, örnek olarak da başıma gelen bu olayı anlatırım.