(3)
YÜZLEŞME
 

 

A Kadir Dedeoğlu

 


           Çocuklar  öğretmen olduğumu birbirlerine fısıldarken, onca gözün üzerimde olduğunu bilmenin tedirginliği ile avluya girdim. Muhtar oradaydı iki gençle. İçeriye buyur ederken tokalaştık. Sedirin ocağa yakın ucunda yer verdiler bana. Bilirim, orası orada bulunanların en saygı duyulanına aittir. Mutlu oldum. Daha yerime oturmadan oda bir anda kalabalıklaştı. Küçük pencerenin zorla ışıttığı odada yüzleri ayırt etmekte zorlanıyordum.

           “Benim büyük oğlan.” dedi muhtar gençlerden birisini göstererek. “İzinli olduğundan burda. Bu da köyün imamı. Damadım olur. Başka da genç göremezsin köyde zaten. Diğerleri hep dışarda.” Kısaca özetleyivermişti her şeyi. Diğerlerini tanıtmaya gerek bile duymadan…

           Odadaki herkes beni merak ediyordu belli… Kısa sürede sormadık soru bırakmadılar… Başlangıçtaki çekinmeleri  yoktu. Daha bir sıcaktılar. Hoşlandım samimi oluşlarından. Sohbet iyiydi… Kısa bir sessizliği yakalayıp, ben soracaktım ki, muhtar girdi araya; “Öğretmen bey işin aslı şu. Beş yıldır okulumuz vekil öğretmenle idare ediyor. Yıl başında geliyor öğretmen senin gibi, bilemedin onbeş gün sonra gidiyor, bir daha gelmiyor. Hadi vekil öğretmen. O da ne kadar…”

******

           Saate bakıp kalktılar. Cuma namazı vakti gelmişti. Muhtar beni oğluna emanet edip, karısına da gelene kadar yemek hazırlamasını tembihleyip, odadakilerle birlikte çıktı. Ocağın önünde oturan muhtarın hanımı, elindeki eysi ile tezekleri yoklayarak  ateşi canlandırırken; “Sen de gidersin.” dedi. Harlayan ateş yüzündeki yılların kazıdığı çizgileri daha da belirginleştirmişti… Kafamda çok şey dolaşmasına rağmen bir şey söyleyemedim, sustum…

           Camiden gelenler doğrudan sofraya oturdular. Yeni birkaç kişi ile tanıştıktan sonra ben de yerimi aldım sofrada. Sahanda yumurtanın tadı hâlâ belleğimde… Orta yerde bir sini, sininin ortasında bir isli tava… Ağzına kadar yumurta dolu… Altın sarısı… Havada müthiş bir tereyağ kokusu… Ve tavanın çevresinde bolca bazlama…  Herkesin sağ dizi siniden yana… Sofraya kaç kişi dizilmişiz bilmiyorum… Herkesin önünde çatal kaşık var ama, tavaya girip çıkan hep susaklar… Kibarlığın alemi yok… Böldüm bazlamayı, daldırdım tavaya… 

           Sadece susaklar çalışıyordu… Sessizliği tellalın sesi bozdu. Muhtar dışında herkes kulak kesilmişti. Benim geldiğimi, diplomaları getirdiğimi duyuruyordu köylüye cılız sesi ile... Henüz sofradaydık. Avludaki seslere kimse aldırış etmiyordu. Muhtarla göz göze geldik. “Tavukların geldi” dedi. Bir şeyler sezinledim ama aldırmadım…

           Elimde diplomalarla avluya çıktığımızda, her birinin kucağında bir tavuk beş altı çocuk ve onların yakınları ile karşılaştık… Yüzlerinde sıcak bir gülümseme beni süzüyorlardı… Diplomasını ilk alacak kişi elimi öpmek istedi, öptürmedim… Ben onu öptüm… Bozkır karası bir oğlan… Kucağındaki tavuğu ne yapacağını şaşırdı. “Atın benim tavukların içine.” dedi muhtar. “Öğretmen bey istediği zaman istediğini alır.” Hepsi tavukları avluya attılar ve çevreme toplandılar. Kiminin saçını okşayarak, kimine bir öpücük kondurarak diplomalarını verdim… Diplomasını alan bir yakının yanına gidiyordu… Elimde bir diploma ve karşımda kirli saçlı, ufacıcık mahcup bir kız kaldı. Zehra olmalı diplomaya göre. Başı öne eğik öylece duruyordu. Anladım… Nasıl bir tavır takınacağımı bilemedim… Bocalıyordum ki muhtar, “O’nun tavuğu benden.” Sonra bana doğru eğilip kimseye duyurmadan usulca “Köycek idare ediyoruz onları.” dedi. Gözlerini hâlâ göremiyordum…  Eğildim, ellerinden tutup çektim kendime… Yüzüme mahcup bir bakış atıp kara gözlerini yine kaçırdı yere…  Diplomayı rulo yapıp eline verdim ve sıkı sıkı kucakladım… Kucağımda bir serçe gibiydi… Eminim ki sınıfın en miniği  oydu… Yanağımı yanağına yapıştırdım, öylece kaldık… Hiç itiraz etmedi… Sonra elinde diploması yanıma dikildi… Biz okulu bir gezelim muhabbeti yaparken O hâlâ yanımda dikiliyordu…

******

           Köy tepenin yamacında, okul eteğinde idi… İşi olmayanlarla birlikte okula ulaştığımızda, içerdeki koyunların dışarıya alındığını gördüm. Muhtar itti kapıyı girdi içeri. Kapı açıktı. Sınıfa girdiğimizde tozdan hiçbir şey net görünmüyordu. Muhtar bir şeyler anlatıyordu kendince. Muhtarı duymuyordum bile… Sıralar rastgele bir köşeye yığılmış. Bolca kırık dökük... Öğretmen masası yerinde bir öğrenci sırası duruyor. Mevsim şeridinde yaz yok. Düşmüş… Baharların birisi bitişik, birisi ayrı yazılmış… Köşede küre, sapından çıkmış duruyor, yanında bir küme koyun gıdısı. Yakışmış diye geçti içimden. Gülemedim… Karatahtanın bir yanı alçak, İstiklâl Marşı ile Gençliğe Hitabe farklı boyutlarda…

           Muhtar hâlâ bir şeyler anlatıyor, bense bir şey anlamıyordum. Anlayamıyordum. Çıktık. Öğretmenin evine girmek istemedi canım. Ellerim cebimde, hangi söze nereden başlayacağımı bilemeden okulun önünde ne kadar dikildik bilmiyorum… “Kaç yıldır kullanılmıyor bu okul binası ?” diye sorasım geldi, getirdiğim diplomalar geldi aklıma, vazgeçtim.

           Biliyorum, “yerel olanaklar”la çözülecek sorun. O nedenle devlet aklıma hiç gelmedi. Köy bütçesini sordum… Güldü muhtar… Üstelik bütçeden alacağı varmış… Sustuk… Anlaşılıyorki, devlet ihmal ettikçe köylünün ilgisi azalmış ve yıllar içinde durum, bu duruma gelmiş… Bir şeyler yapmak zorundaydık. “Salma” dedi muhtar. “Salma salarız, köylüden para toplarız. Herkes gücüne göre… Kendimiz de çalışırız, biraz da borçlanırız, bir şeyler yaparız.” Başka da çözüm yolu yok gibi, ama ilk homurtu da oradakilerden geldi…

******

           Hava kararıp eve girdiğimizde, zayıf bir lamba ışığı karşıladı bizi. Tahtalar gıcırdadığından sakınarak yürüyordum. Öğlenki yerime oturdum. Bir çabuk sofra kuruldu. Muhtar, oğlu, damat imam ve ben… O loşlukta oda hayli kalabalıklaşmış da haberim olmamış… Köylü yine oradaydı…  Sofradan kalkarken, o kalabalığın arasında Zehra’yı gördüm. Islayarak düzelttiği saçları ile gülümsüyordu gözleri… Güldüm, gözlerini kaçırdı…

           Çaylarımızı yudumlarken okul beynimi kemiriyordu. Önceki yıllardan kalan, yararlanabileceğim hiçbir kaynağın olmadığından emindim. Okul zaten yok… Nereden başlayacağımın, ne yapacağımın kararını bile veremiyorum… Sohbetten anlaşılan o ki, bu oradakilerin hiçbirisinin derdi değil… “Seni buradan eveririz de” dedi muhtarın hanımı, oradakilere duyururcasına, yüksek sesle… İmam aklıma geldi hemen. Damat… Sonra ortalıkta telaşlı bir şekilde hizmet etmeye çalışan kızı farkettim… 

******

           Gece nasıl geçti bilmiyorum. En son ben kalktım. Yarım yamalak bir kahvaltıdan sonra, yanımda muhtar, bize yolda katılan birkaç işsiz, doğru okula… Okul dünden de beterdi… Ben de beterdim… Hani birisine bir şey olur, bir şeyler yapıp ona yardım etmek istersin de, hiçbir şey yapamazsın, telaşlanırsın, gücün yetmez, çırpınıp durursun ya umarsızlıktan, tam da o durum…

           Bu gün yapacak bir şey yok, yarın ise pazar… Pazartesi başlarız diye kavilleştik muhtarla… Ellerim cebimde, sırtım okula dönük öylesine dikiliyorum okulun önünden geçen yolun kenarında… Yönüm okula dönsün istemiyorum…  

******

           Kendimi devriye gezen jandarmanın jipinde buldum. Kaçıyordum. Umarsızlıktan kaçıyordum. Yalnızlıktan, yalnızlığın verdiği güçsüzlükten kaçıyordum. Hiç kimsenin görmediği, görenlerin ilgilenmediği birikmiş sorunlardan kaçıyordum…

           İstanbul yolunda ne kadar bekledim bilmiyorum. Kızılcahamam otobüsü büyük bir gürültü ile önümde durdu. Kaçıyordum… Hani kentin yakınında, her şeye aç bir köyde çalışma düşlerim vardı ya, yıllarca biriktirdiğim, ben aslında o düşlerimden kaçıyordum. Ben aslında, kendimden kaçıyordum…

           Dışkapı’dan Çinçin dolmuşuna bindim. Kaçıyordum… Kaçarken farkettim. Düş kurmanın dümeni senin elinde…  Dilediğin gibi kullanıyorsun, dilediğin gibi kuruyorsun düşünü, sonra mutlu oluyorsun. Ama bilmiyorsun ki gerçek tüm görkemi ile orada duruyor. Bir tosluyorsun, dağılıyorsun… Ben aslında, gerçekten kaçıyordum…


11.10.2013 - Sürecek

 


                     GERİ