Yıl 1981. İhtilal olmuş, askerin nefesi ensemizden eksik olmuyor. Hatta öyle ki, Ahmet Özer adında bir vali tarafından, Temmuz gibi öğretmenin yaz tatilinde olduğu bir ayda hepimizi toplayıp tek sıra halinde dizerek erkeklerin ense tıraşlarını, hanımların da etek boylarını kontrol edecek kadar.
İşte o dönemde 1981-82 Öğretim yılı başı okul müdürleri toplantısına gittim. Burada Çorum Köy Hizmetleri Müdürlüğü’nün köy okulları için 200 adet Atatürk büstü hazırladığı ve bunlardan 20 kadarının İskilip için ayrıldığı söylendi. Büstler, ismi okunan 20 büyük köy okulunun – benim müdür yetkili olduğum okul da vardı- bahçesine hazırlanan proje aynen uygulanarak dikilecekti. Müfettişlerin köy teftişleri sırasında bu konuyla özellikle ilgilenecekleri ve puanlamaya dahil edecekleri altı çizilerek vurgulandı.
Büstü ve projesini alarak köye götürdüm. Yanında birkaç torba da çimento vermişlerdi. Açık alana yerleştirilecek büstün madeni olmasını bekliyordum ama hiç de ağır olmayan bir maddeden yapıldığı belliydi. Bu da beni biraz kuşkulandırmıştı doğrusu. Belki plastik gibi bir maddeden yapılmıştır diye düşünerek endişelenmeyi bıraktım.
Köydeki inşaat ustalarını çağırarak verilen projeyi gösterdim. Yanlış hatırlamıyorsam yüksekli alçaklı 9 tane sütun yapılması gerekiyordu ve en yükseğine de büst yerleştirilecekti. Büstün konulacağı yerin bayrak direğine ve İstiklal Marşı söylenilen tören alanına yakın olması zorunlu olduğundan, okulun üst duvarını yıkıp oradaki toprağı başka yere taşıyarak genişletme yapmaya ve projeyi orada uygulamaya karar verdik.
İnşaatı projeye uygun olarak kısa sürede tamamlayıp büstü yerine yerleştirdik. Çevre düzenlemesiyle birlikte çok da güzel oldu. Ön tarafını merdiven kenarının tırabzan demirleri ile çevirip, soba boyasıyla boyadığımız kalın bir zinciri gevşek bir şekilde bu demirlere bağlayarak önünü kapattık. Çalınmasından korktuğumuz için, büstü kaidesine yerleştirirken de altına bir kutu tutkal sürüp iyice yapıştırdık.
Aradan birkaç ay geçmişti. Bir sabah lojmanın kapısının hızlı hızlı vurulmasıyla uyandım. Gelenler o günün nöbetçi öğrencileriydi. Sobaları yakıp sınıfları ısıtmak için erken geliyorlardı. Ben okulun anahtarını verirken gece kar yağdığını fark ettim. Çocuklar, hep birlikte heyecanla bağırarak:
-“Örtmeniiim! Atatürk’ün kafasına kar yağmış. Sobaları yaktıktan sonra başını temizleyip üşümesin diye Mehmet’in külahını giydirebilir miyiz?” diye izin istediler.
Doğrusu, çocukların bu insancıl yaklaşımı çok hoşuma gitmişti. O gün büstü kontrol ettiğimde, altın rengindeki yaldızlı boyasının yer yer çatladığını fark ettim. Büstün başına bir şey gelmeden müfettişler bir an önce gelip görseler diye sabırsızlanmaya başlamıştım. İçimde bir sıkıntı vardı ama bir türlü nedenini kestiremiyordum.
Sanırım on-on beş gün sonrasıydı. Gene bir sabah kapının vurulmasıyla uyanarak nöbetçi öğrencilere okulun anahtarını vermek için kapıyı açtığımda, çocuklar koro halinde ve büyük bir heyecanla şöyle bağırdılar:
-“Örtmeniiim! Atatürk’ün burnu düşmüş, Ahmet buldu!” Ben uyku sersemliğiyle ne olduğunu anlamadan Ahmet avucuma burnu bırakıp: -“Atatürk’ün dibinde buldum Örtmenim.” dedi.
Elimdeki burunla kısa bir süre ne yapacağımı bilmez bir halde kalakaldıktan sonra kafamı toparlayıp büstün yanına koştum ve büste baktığımda her şeyi anladım. Alçıdan yapılarak dışı yaldızlı boyayla boyanmıştı ve bu nedenle hafifti. Yağışlarla ıslanınca da alçı şişip kendini bırakıvermişti. Kopan burnun yeri bembeyaz görünüyordu. Dikkatlice incelediğimde, çenesinin de düşmek üzere olduğunu anladım. Ayrıca kulak diplerinde de çatlamalar vardı.
Hemen işe girişerek düşen burnu tutkalla yerine yapıştırdım. Tutkalı çatlayan diğer yerlere de akıtıp elimden geldiği kadar tamir ederek suluboya ile beyazlıkları kaybettim ama bu geçici bir çözümdü. İlk fırsatta ilçeye gidip durumu yetkililere anlatıp bir çözüm bulmam gerekiyordu.
Birkaç gün sonra da beklediğim müfettişler geldi. Doğrusu ya, büstün durumu nedeniyle biraz tedirgin karşıladım onları. Hoşbeşten sonra büstün yanına gittik. Benim onardığım yerler rengi tam tutturamadığımdan hemen belli oluyordu. Durumu tüm çıplaklığı ile müfettişlere anlattım ve ne yapmam gerektiğini sordum.
Meğer bizim büst en iyi durumdakiymiş. Diğerleri tamamen parça parça olmuş. Hemen yerinden söküp içeri almamı ve ilçeye gelirken getirip teslim etmemi istediler. Yerine açık havaya dayanıklı büstler yapılıyormuş ve onlar dağıtılacakmış. Büstü oraya koyarken çalınmasını önlemek için altına bir kutu tutkal döktüğümü söyleyince herkes kahkahalarla gülmeye başladı.
Günümüzde Atatürk’ün adından bile nefret eden insanlara rastladıkça, o günler aklıma gelir. “Acaba” derim, “Acaba, bu nefretin nedenlerinden biri de o günlerdeki askeri rejimin topluma dayattığı şekilci Atatürkçülük olabilir mi?”