Aslında benimki kaçmak değildi. Birkaç gün sonra döneceğimi bilerek gitmek, kaçmak olabilir miydi bilmiyorum?... Belki, kafamdaki karmaşayı durultmak, ya da olaya dışardan, daha geniş bir açıdan bakmaktı. Biraz sakinleşmek, durumu biraz uyutmaktı sanki... Zaten içime de sinmemişti orayı öyle bırakıp gitmek. Tek bildiğim zaman kısaydı... Kuşkusuz bir yerden başlayacaktım...
Eve girdiğimde ilk iş, zarfı verdiler elime. Duraksadım... Hani onca zamanda biriktirdiğim düşlerimi bozmasından korktuğum için sınavına girmek istemediğim yer vardı ya, işte ordan geliyordu zarf. Gazi'den. Gazi Eğitim Enstitüsü'nden... Okudum. Karmakarışık olan kafam daha da mı karıştı ne?... Zor da olsa, kıyısından köşesinden planlamaya çalıştığım gelecek silinip yeniden düzenlenecekti... Tedirgindim... Yazıyı alınca burkuldum. Yeniden okudum. Haftaya "yetenek sınavına", olursa ardından "mülâkata" çağırılıyordum...
Akşam köy için ne sordularsa istekli yanıtlamadım evde. Geçiştirdim. Aklım sabahtaydı. Gece zor geçti. Sabah ilk iş Gazi'deydim. Hangi dolmuşa nerede binip, nerede ineceğimi düşünmektense yürüdüm gittim. Ara sokaklardan, kestirmeden... Epey bi yol aldıktan sonra, görkemli koca binayı uzaktan görünce, benim Peçenek’teki okulumun binası, belleğimde eriyiverdi birden...
Gözümü binadan ayırmadan yürüdüm. Tüm ayrıntıları kazıyordum belleğime. Taş duvarları, kocaman girişi, giriş üstündeki koca balkonu, kemerli pencereleri ve tepesindeki kubbesi... Etkilenmiştim. Gittim bahçesindeki havuzun başında, yönüm binaya dönük, bir kanepeye oturdum. Koca binaya takılıp kalmıştı gözlerim... Bahçedeki öğrenci trafiğinin farkında bile değildim.
Nice sonra, o koca, narin binanın çekiciliğine dayanamadım. Ürpererek yürüdüm ... Ana binaya yaklaştığımda, ilk farkettiğim, mermer merdivenlerin aşınmışlığı oldu... Emektarlığının simgesi... Sonra altı tane kocaman mermer sütun... Bu sütunların herhangi ikisinin arasından geçtiğinde, karşında kocaman bir ahşap kapı. Sıcacık... Onca mermerin soğukluğunu yok edecek kadar sıcacık... Girdim içeri... Mermer zemin, çok yüksek bir tavan, sağa sola uzanan koridorlar... Huzur verici...
Çıktım. Girişteki sütunlardan birisine yaslanıp bahçeyi gözledim bir zaman. Bol ağaç, yerler çimen... Kızlı erkekli öbek öbek öğrenciler... Her yer yemyeşil, cıvıl cıvıl... Bir ferahlık yerleşti göğüs boşluğuma. Gönendim. Sonra birden şuncacık uzaklıkta Peçenek düştü aklıma, peşinden Zehra... Birbirine bu kadar yakın, birbirinden bu kadar habersiz iki dünya... Bu kadar mı fark olmalıydı? Düşünebilmek bile olası değil... Bulandı yine kafam... Salladım elimi çaresiziğe özgü, başımı öne yıkıp yürüdüm iki gidip bir bakarak... Doğru eve...
Yol boyu kendime karşı dürüstlüğümü sorguladım. Ben, gerçekten düşlerime mi asılı kalmıştım, yoksa başka bir neden mi beni ikirciklendiriyordu?.. Yol boyu bu soruya yanıt aradım. Eve ulaştığımda yanıtı da bulmuştum sanki... Düşlerimde bir sonraki okula hiç yer vermemiştim ki ben... Öyle ya, Gazi kurguladığım düşlerimin bittiği yerde çıkmıştı karşıma...
******
Ben kendi kendimle tartışırken, kurgu yaşama geçmişti bile... Gazi’li olmuştum. Gerçek, duyguyu altetmiş, ne kadar ikirciklensem de Gazi’nin görkemi ağır basmıştı.
Şimdi yapacak tek bir şey vardı; Hani, herkesin ertelediklerini ya da vazgeçtiklerini sakladığı bir torbası vardır ya belleğinin bir kenarında duran... İçinde bir sürü çıkın, her bir çıkının içinde ayrı ayrı unutamadıkları ... Öyle yapmalıydım... Konuya ilişkin bütün düşlerimi bir çıkın yapıp, o torbaya atmalıydım. Önümde farklı bir yaşamın olduğu belli... O çıkın ileride yeniden açılır, ya da hiç dokunulmaz orada öylece kalır, yok sayılır... Ama unutulmaz...
Öyle de yaptım... Konuya ilişkin ne varsa bir çıkın yapıp torbaya attım... Artık kafam netti. Daha üç ay önce başladığım mesleğimden istifa ettim. Gazi için gerekli belgeleri toplarken Peçenek’i düşünüyordum. "Sen de gidersin" demişti muhtarın karısı. Haklı çıktı. Sonra çocuklar aklımdaydı bir bir. Sonra okul, sonra köy... Her şey sıradan, her şey doğalın ta kendisiydi orada...
Cuma sabahı Dışkapı pazarındaydım. Köyden birisi ile karşılaşırım umuduyla yürürken muhtarı karşımda buldum. Durumu anlattım. Üzüldü. Ben de üzüldüm. İki günde kimleri tanıyabilmişsem onları sordum tek tek. Çocukları sordum. Zehra'yı sordum ayrıca. Gülümsedi. Komşu köyden dünür gelmişler. Şaşırdım. "Bizde böyle" dedi muhtar. "Hem, kurtulur." Aklım almadı. Bir taraftan bak yarım sayfalık bir yaşam öyküsü Zehra'nınki, diğer taraftan bak koca bir roman... Söyleyecek bir şey yoktu. Ayrılırken; "Muhtar" dedim, "Hani sende benim tavuklar var ya, işte onlar Zehra'nın. Sakın unutma." "Tamam" dedi, kucaklaştık, ayrıldık... Küçücük Zehra'nın kara çekingen gözleri hâlâ bende... Güzelim benim, kim ne tarafa savurursa o tarafa gidecek... Zavallım... Ne gücü var ki direnecek?.....
******
Pazartesi Gazi'deydim. Ertelenmiş düşler yeniden mi şekillenecek, yoksa hepsinden vazgeçilip yeni düşlerle yepyeni bir gelecek mi planlanacaktı?.. Ya da, şu anda hiç aklıma gelmeyen bir yol mu açılacaktı önümde? Bilemiyorum... Bunda ömrümün Gazi dönemi etkili olacaktı elbette... Çünkü Gazi, hem dünyamı değiştirecekti, hem de dünya görüşümü…