KIZILAY GENÇLİK KAMPI

 

Ahmet Yakup Boran

 


           Bu öyküyü yaşayanların çoğunun enerji bölgesini etkilemeyen anatomik, ruhsal, nörolojik, değişimleri olmadıkları için yaşadıkları günün sabahında unuttukları sıradan olağan olaylar sınıfında ele alıyorum. Benim enerji bölgemin darmadağın olduğu pozitif ve negatif enerji yükleri toplamını boş küme yapma çabam, bütün kuvvetlerin bileşkesini sıfır yapma uğraşlarım arasında yeni hayat felsefemin oluşması olarak değerlendiriyorum.
           Bazen insanın anlatacak çok şeyi vardır. Ama anlatacak kimsesi yoktur. Gün gelir insan anlar ki yaşadığı her şey yalandır. Geriye baktığında kalan kabullenemediği yalnızlıktır. Özlersin bir şeyleri kalbin yerinden sökülür kimse anlamaz. Sonra görürsün ki oturacağın yer kendi kıçının üstüdür. Mutlu olduğun zamanları herkesle paylaşabilirsin ama yaşadığın sıkıntılar, damla damla gözyaşın içine akar da kimsenin haberi yoktur.
           Şimdi var mı? Acaba böyle kamplar birbirleriyle kaynaşan konuşan gençlerin oluşturduğu böyle yapılar bilmiyorum. Her insanın yaşantısında kırılma noktaları vardır. Belki bu benim yanılgım olabilir. 68 kuşağı derler ya! Şanslı m,ı şanssız mı bu gün bile yorumlayamıyorum. Bilgiye ulaşmanın en zor olduğu yıllar... 68-69 yılları benim son çocukluk çağımdan ilk gençlik yıllarıma doğru uzandığım zaman dilimi olarak değerlendirdiğim yıllardı.
           Çorum ilk öğretmen okulunun iyi sayılan öğrenciler kategorisinde olduğumu düşündüğümde daha da önem kazanıyordu. Evimiz hemen yeni okulumuza komşu tarım bakanlığına bağlı fidanlık müdürlüğü lojmanlarındaydı. Kuruluşun ayniyat şefi olan babam benim en iyi dostum arkadaşımdı. Okula her gün istersem yürüyerek istersem müdürlüğe ait servis aracı ile gidip geliyordum. Yem yeşil ağaçlar arasında meyve bahçeleri Şeftali, elma, erik ağaçları arasında yürürken insan başka dünyalara dalıyor. Hayata daha başka bakıyordum. Bugün ki çevreci bakışım o günlerde oluşmuştu . Bu muhteşem manzara benim ilk gençlik yıllarımı unutulmazlarındandır. Zaman zaman fidanlıktaki görevli bekçimiz bahçeden elma çalan arkadaşlarımı yakalamaya çalışıp mücadelesini sürdürse de sonuç değişmiyordu. Bir gün rahmetlik babama  “Haşim bey bu çocuklar her gece meyve çalmaya geliyorlar. Gece orda pusuya yatacağım yakalayıp hepsini polise vereceğim” şeklindeki sızlanmasına karşı babamın;  “idare et bunlar öğrenci. Hepsini almazla, yiyeceği kadar alırlar, ona da göz hakkı dersin”  şeklindeki yumuşatma harekâtına karşılık arkadaşlarımın da yastık kılıflarını elma çalma ve meyve doldurma maceralarını hiç unutmam. Şuan onlarında gülümsediğini hissediyorum. Bekçimiz bana da sık sık “söyle arkadaşlarına gelmesinler. Fena olacak”  şeklinde uyarılarda bulunup görevini yapardı.
           68-69 Öğretim yılı 2.sınıfta 2.yarıyıl döneminin ortaları mayıs ayları sonlarına doğru dersler biraz hafiflemiş ve kullanılacak zaman benim için bollaşmıştı Böyle bir akşam okuldan çıktım akşam matinesinde Kemal Sunal’ın yeni vizyona giren Şaban filmini seyretmek istedim. Zaten başka bir eğlencemiz yoktu. Bataryalı radyodan arkası yarın dizilerini dinlemek, siyah beyaz televizyondan kısa süreli yayınları izlemek dışında.
           Okuldan çıkınca çarşıya indim. Babamı Bahçeli kahvede buldum sinemaya gideceğimi söyleyerek bilet parasını aldım. Zafer sinemasına 6 matinesine gittim Filimden sonra tekrar bahçeli kahveye dönüp babamı alacaktım sonra beraberce babamla eve gidecektik. Babam kâğıt oynuyordu. Bana “sen boşa bekleme, git. Ben belki oyun bitince halana uğrar ondan sonra gelirim”  dedi.  Eeee baban bu öyle diyorsa itiraz edemezsin. Bilet parasını verdi beni sinemaya gönderdi görevini yapmıştı. Daha ne olsun dedim düştüm yola yavaşça eve doğru yürümeye başladım. Çorum lisesin önünden geçtiğimde karşımda Atatürk heykeli bütün ihtişamı ile bana bakıyordu.  Parkın içinden geçtim bir şarkı tutturdum sanıyorum “Eğilmez başın gibi dağlar bulutlu efem”di dilimdeki şarkı. Ay gökyüzünü pırıldatıyor etrafı sanki gündüz yapmıştı yürümek iyi geldi. Eve geldiğimde yorulmuştum. Ertesi gün okul programına uygun kitap defterleri hazırlayıp çantama yerleştirip babamla görüştüğümüzü anneme anlatıp yattım. Anacığım,  babamın gece eve gelmemesini hayra yorup “baban halanda kalmıştı öyleyse” diye hiç kötü bir şey düşünmemişti. Bu gün ki iletişim teknolojisi o yıllarda yoktu dumanla, ıslıkla , mektupla  işaretleştiğimiz yıllardı.
           Ne olduysa sabah oldu. Akşam eve gelen babama hastane önünde yaya kaldırımına çıkan bir sarhoş şoför çarpmış ve ölümüne neden olduğu babamı orda bırakarak kaçmıştı. Babam artık yoktu. Bu duyguyu yaşamayanlar bilmez en büyük dostumu arkadaşımı kaybetmiştim. İlk aşkımı onun güzel gözlerini yüzdeki gamzeyi anlattığım sırdaşım, arkadaşım babam artık yoktu.
           Kaçan şoförün arabası ancak çimento fabrikasına kadar gidebilmişti. Sonra bir kamyona yüklediği arabasını Ankara’ya onarmaya götürmüş bu olayın üstünü örtmeye çalışmış kendince cinayetine kılıf hazırlama planını uygulamıştı.  
           Her şeyin birbirine girdiği bu yıllarda yanaktaki gamzenin süslediği gözler tatlı bakışlar beni esir almıştı, doğrular yanlışlara karışmış sanki hiç derdim yokmuş gibi kalbimde takılmıştı bir yerlere.  Beynimin aciz kaldığı kalbimin beynime amansızca hükmetme mücadelesi verdiği bu yıllarda Osman Uludağ Hocam da beni özel görüşmeye çağırarak uyarı ve tehditlerini yapmaktan geri kalmamıştı. O tehditler hala kalbimin derinliklerinde gizlidir. Öyle yanar ki canım sanki dünyanın bütün suçlarını işlemiş gibi hissederim kendini. Bunu hiçbir sözcük ile açıklayamam.  Hocam ertesi gün unutmuştur bile ama ben asla unutamam.  Bu olay sonraki yaşantımda bile etkilemişti beni.
           70 yıllarda Barış Manço sanki benim için çalmıştı “dağlar dağlar “ şarkısını onu her dinlediğimde hep Osman Hocam aklıma gelir  “yol ver Osman” derdim kendi kendime. Eşençay’da Kızılırmak kenarında yürürken.
           Artık dersler okul her şey önemsizdi benim için ama hayat devam ediyordu.  Sınıfı geçtim karneleri almaya yakın sevgili Rasim Bakırcıoğlu öğretmenim çağırdı. Hocalar durduk yere çağırmazdı. Niçin çağırdığını ne olduğunu hayra yormaya çalışırken yaşadıklarım var ya! “kader utansın”  ne söylesem boş.  Sevgili hocamın “Ahmet Kuzum” diye başlayan hitabı hala kulaklarımdadır. “Ahmet kuzum sınıfını geçtin sıkıntılı dönem atlattın tatil hakkın dedi” çok şaşırmıştım. Kızılay kampı için okulumuzdan seni seçtik gitmek ister misin? Dediğinde şaşkınlığım daha da artı Hiç bilmediğim duymadığım şey başıma gelmişti. KIZILAY, yurdumun yüz akı bana tatil sunuyordu.  Durumu anneme söyledim “olur yavrum dedi” ve benim yeni maceram başladı.
           Kaderimin çizgisi neyse oraya gidecektim. O yıllarda Kızılay gençler için her okuldan başarılı olan bir öğrenciyi Pendik’de bulunan kampına götürüp kamp imkânı sunuyormuş. Bana da bu piyango vurmuştu. Kızılay başkanı Sarı Galip amcanın yüncü dükkanında Çorum ticaret lisesinden SERVET AKSEL, Çorum Lisesinden SUHA  MEVLÜTOGLU  ve UGUR İLTER ile buluştuk. İmam hatip lisesinden gelen olmamıştı. Çorumdaki orta dereceli okulların temsilcileri olarak Kızılay başkanı Galip  amcanın (Tanrı rahmetini esirgemesin mekanı cennet olsun ) Çorumu temsil ettiğimizi unutmamamız konusundan uyarısından sonra   Çorum’da Güçlü’nün kamyondan bozma otobüsü Çorum ekspres ile  tıngır mıngır yola düştük.
           Bu benim İstanbul’a ilk gidişimdi. Sabah gözlerimizi açtığımızda İstanbul’daydık. Ne muhteşem şehir diye düşündüm kendi kendime Otobüsten indiğimizde civciv gibi kalmıştık. Ticaret lisesinden Servet bu konuda daha deneyimli idi sanki liderimiz olmuştu. Hemen bir taksi çağırdı. Hepimiz taksiye doluştuk kampın adresini verdi.
           Kampa geldiğimizde taksicinin parasını ödeyip içeri girdik. Çorum’dan gelen gurup olduğumuzu söylediğimizde o ne gözlerime inanamadım olacak şey değil ama olmuştu. Hepimizde bir sevinç; Bizim Naim Sezgin öğretmenim karşımızda duruyor. Naim beyi tanımayan yoktur. Çorumda Şişman sevecen aynı zaman da futbol hakemliği yapar. İşte karşımızda duruyordu Kamp yöneticisi olarak onu görmenin verdiği moralle odalarımıza yerleştik. Sabah saat 6.30 odaların kapısı kırılırcasına çalınıyor, herkes uyandırılıyor Uyarılar peş peşe geliyor kahvaltı 7.30 - 8.30 arası ilk defa böyle bir olay yaşamanı şaşkınlığı ile yemekhaneye indiğimizde yemek duası başlıyor liderin komutunu yemektekiler gür sesleri ile tekrarlıyor ve dua “Milletimiz var olsun hepimize afiyet olsun” la bitiyor. Sabah kahvaltısından sonra saat 10.00 kadar serbest dinlenme  10.00-12.00  deniz mayosunu giyenler denize gülmek eğlenmek devam ederken bir düdük sesi kimse denizi bırakmak istemiyor ama nafile kurala uymak zorundasınız. Duş alıp 13.00 öğle yemeğine koşuyorsunuz yemeğini yiyenler odalara öğle uykusuna yatacak tamam hepimiz yataklardayız ama yatakta uyuyan yok saat 15.00 kadar süren bu işkence bitince deniz başlıyor. 2 saat deniz süresi hemencecik geçmiş tekrar düdük sesi saat 19.00 kadar olan dilimde eğitim ve etkinlikler yarışmalar. Hayatımda hiç böyle disiplinli bir şekilde yaşamamıştım. Bazıları burası kamp mı hapishane mi? diye sorgulamaya başladılar. Ama geçen zaman onları da kurallara uymak zorunda bıraktı her şey neşe içerisinde geçiyordu.

           Guruplar obalar şeklinde kümeleşiyor. Obalar arasında yarışmalar sportif etkinlikler yapılıyordu. Genellikler illerden gelenler obaları oluşturup bazı kişileri de diğer şehirden gelen arkadaşlardan seçiyorlardı. Bizim gurubun adı “BÜYÜK KAZIK OBASI” sembolümüzde mızrak şeklinde bir kazık işareti idi Suha ben Servet Uğur dışında Nejat Atak (Ankara ) Aykut Karaoğlu  (Denizli) ekibimizi oluşturuyordu. Eşli yarışmalar oyunlar eğlenceler eğitim çalışmaları bu zamanda yapılıyor. Yarışmalarda büyük kazık obası sürekli başarılı oluyordu. Naim hoca her fırsatta her yerde öğrencilerin diğer öğretmenlerin yanında bizlere güvendiğini anlatıyor bizleri onurlandırıyordu.
           Yaşadıklarımın etkisi ile belki bilmiyorum kamp eğitimleri süresince ben ilk yardım kursuna katıldım. Bir ay süren bu kursta her türlü ilk yardımı teorik ve pratik olarak uygulayarak öğrendim.  Bu kurs sonucunda almış olduğum Kızılay ilk yardımda bulunma yetkilisinin sertifikasını vermesi hala anılarım arasında en çanlı yerini korur. Ona bakarken bazen gözlerim buğulanır, bir hüzün kaplar içimi ama bu güne kadar sadece 1 kere ilk yardımda bulundum. Kırda atlarken ayağı kırılan bir çocuğun ayağını sarıp hastaneye yetişmesinde yardımcı olduğum olaydan başka yok ve bunun için ailesinin teşekkürü sadece o kadar.
           Bu kampta katılımcılar gitar, yüzme, çiçek sanatı, boya, resim, maket yapma vb. etkinliklere katılarak bilgi becerilerini artırdılar. Burada hayatında ilk defa gitar çalan arkadaşlar kamp sonunda final gecesi müzik eğlencesi sunumunda görev aldığını da gördüm. Akşam eğlenceleri saat 10.00 kadar sürer 12.00 da bütün obalar uyumuş olurdu. Koskoca 1 ay nasıl geçti anlayamamıştım. Son gün geldiğinde KAMP ateşi yakıldı sabaha kadar eğlenildi şarkılar türküler dostluk kardeşlik üzerine söylendi. Türkiye’nin 67 vilayetinden gelen enerji dolu gençler arkalarında bir dostluk köprüsü kurarak ayrıldılar.
           Ben kendimi bu kamp sonunda bulmuştum.  Büyümüş ailemin sorumluluğu alacak öz güven ve güce erişmiştim. Fakat ne oldu sonrasında? Büyülenmiştim beni çağırıyordu İstanbul. Hayallerimin şehri olmuştu. Benim için yeni bir hayat yeni bir umut olan bu enerji ile 69-70 yılında okulumu bitirip vatan görevine EŞENÇAY köyü ilkokulu müdür vekili olarak başladım. Hayallerimde beynimde hep İstanbul vardı.
         Ya sonra mı? Sonraki yıllarda çok şeyler yaşandı. Fakat unutamadığım ilklerdi ilk gençlik kampım ve kalbimde bir tutsak.  
           Bazen gücün biter yapacak bir şey yoktur. Doğru bildiğin yolda tek başına yürürsün. Düşersin kalkarsın sonra tekrar düşersin kalkar yürümeye yaşamaya bakarsın kimsen yoktur yanında.  Benim yaptığım gibi, yürürsün durmadan.  Sonra  şükredersin Tanrı’ya seni sen yapan çevrene değerlerine !!!  
Sana sonsuz şükranlarımı sunarım beni ben yapan yuva ÇORUM İLKÖĞRETMEN OKULU.  Savaşımda yanımda yer alan KIZILAY.  Benim bu kampa katılmam için  onay veren sevgili öğretmenlerim, arkadaşlarım hepinizi şükranla anıyor sonsuz sevgilerimi sunuyorum


07.04.2014

fast and quick counter

                     GERİ