YALANSIZ
Bir bulut gibi geçer yaşam, geriye kalan birkaç damla anıdır. Ayhan Altay
Cem Karaca’nın “Yalansız dolansız bir dünyayı / Kuramadık, kurarsınız mutlaka” dizelerinin bulunduğu şarkıyı dinliyordum. Takılıverdim yalansız, dolansıza.
Altmış yedi yıllık yaşamımın çocukluk yıllarını çıkarırsak kalan bölümü gerçekten yalansız dolansız bir dünya için harcanmış gibiydi. En azından kendi açımdan yalansız dolansızdı ama geldiğimiz noktanın yalan ve dolanın sarmalında bir dünyada yaşıyor olmamızın acısını yaşıyor olmamızın çelişkisi ne yaman.
Oysa gençliğimizin idollerinden öğrenmiştik yalansız ve dolansız olmak gerekliliğini. Deniz Gezmiş’ten öğrenmiştik, Mahir’den öğrenmiştik, onları evinde saklayan Yılmaz Güney’in filmlerinden öğrenmiştik.
1960’ların Çorum’unda geçti ilk gençliğimiz. Çorum İlköğretmen Okulunda yatılı öğrenciydik. Her genç gibiydik elbette. En küçük bir haksızlıkta isyan etmeye hazırdık. Yanlışı gördüğümüzde sonucu hiç düşünmeden karşı koyardık. Çok az şey biliyorduk belki ama her şeyi bildiğimizden emindik.
O yıllarındaki insanların yaşamlarında sinemanın yeri bir başkadır. Hemen her boş fırsatta soluğu Çorum’un üç sinemasından birinde alırdık.
1969’da, döneme uymuş, ülke çapında o öğretim yılının ilk boykotunu gerçekleştirmemizin üzerinden on ay geçmişti. Saray, Yalçın ya da Turan.
Saray Çorum’un en lüks sinemasıydı. Yerli film oynatmazdı. Diğerlerinden 25 kuruş daha pahalıydı. Yalçın, saray sinemasının sahibinin yerli film oynatan sinemasıydı. Turan ise gerek fiziki yapısı gerekse Çorumlunun “Çöplük” dediği yöresinde bulunması nedeniyle kendini kalburüstü sayanların gelmedikleri halk sinemasıydı.
Bizler sinemaya Çarşamba öğleden sonrası, cumartesi öğle sonrası seansı, akşam matinesi ve Pazar öğle sonrasında gidebilme olanağına sahiptik. Birçoğumuz her seansta iki film gösterilen bu sinemalarda haftada sekiz film izlerdik. Tabi, paramız varsa.
Yatılı öğrenciydik. Çarşamba ve Pazar akşamları saat beşte okulda olmak, etüte katılmak zorundaydım. Bu nedenle de bazen ikinci filmin bitmesini beklemeden sinemadan çıkmak zorunda kalıyorduk.
1970 yılıydı sanırım. Kırk sekiz yıl sonra tam zamanı anımsamak olanaksız. Turan bir Çarşamba ya da Pazar öğleden sonrası Turan sinemasında gitmiştik. Yanımda Sait Karabulut vardı. Saat on dörtte başlayan gösteriydi. On yedide okulda olmalıydık. Bilirsiniz, filmler genellikle doksan dakika dolayında sürer. Seans on altı kırk beş dolayında biter, biz de hızlı hareket ederek okula yetişirdik.
O gün gösterilen ikinci film Yılmaz Güney filmiydi. Tam olarak anımsamıyorum ama sanırım Umut’tu. Birinci film beklediğimizden uzun sürdü. Yılmaz Güney filmi bitmeden saat on yediye yaklaştı. Sait, kulağıma “geç kalacağız, kalkalım mı” diye fısıldadı. “Filmi bitirelim” dedim.
Sinemadan çıktığımızda saat on yediyi geçmişti. Yarı koşarak okula doğru hızla yöneldik. Bir ara Sait; Saatlerimiz çıkaralım. Yakalanırsak saatimiz yok, zamanı bilemedik diyelim” dedi. Karşı çıktım. “Yani yalan mı söyleyelim, yakışır mı” dedim. O da bana hak verdi. Okula yaklaşınca bağ yolu üzerinden arka kapıya yöneldik ki, görülmeden sınıfa girebilelim.
Sınıfa girdiğimizde etüt başlayalı çok olmuştu. Sınıf sorumlusu –ki yıllarda mümessil denirdi- Lütfi Merdoğlu öğretmen masasının sandalyesinde oturuyordu. Bize “Rasim geldi. Yoklama aldı. Geldiklerinde bana gönder” dedi.
Yapacak bir şey yoktu. Üç kat inerek öğretmenler odasının kapısını tıkladık. İçeri girdik. Kimya öğretmenimiz ve Müdür Yardımcısı Rasim Elverici, yanında tanımadığımız iki kişiyle oturuyordu.
. . .
Rasim Elverici ile iki yıl önce, dördüncü sınıftayken bir anlaşmazlığımız olmuştu. Ben her zamanki gibi derse yine kravatsız girmiştim. Hem öğretmenliğinin de ilk yıllarıydı hem de yeni müdür Yardımcısı olmuştu. Otoriteydi yani. Ama ben de gözünü budaktan sakınmayan delidolu yıllarımı yaşıyordum.
Ders anlatmayı kesti. Beni ayağa kaldırdı. Neden kravatım olmadığını sordu. Sustum. Sonra bana bir kimya sorusu sordu. Öylesine sıradan bir soru değildi. Cezalandırmaya gerekçe sorusuydu. Bilemedim. Not defterini çıkardı, sözlü notu olarak “bir” verdi. Zaten sınırda olan kimya notum, bu notla yetersize düşmüş ve kimya dersinden bütünlemeye kalmıştım.
Bütünlemeye kalanlar 20 Ağustosta okula gelirler. Ben de kimyanın yanı sıra en başarılı olduğum müzik dersinden de kaldığım bütünleme için okula gelmiştim. Akşamları yemek öncesi ve sonrası birer saat etüt olurdu. (Eğitim dönemlerinde buna bir de kahvaltı öncesi bir saatlik sabah ütüdü eklenirdi.)
Okula geldiğimin kaçıncı günüydü bilmiyorum. O akşam yine Rasim Bey’in nöbetçi olduğunu öğrendiğimde öğretmen masasının önündeki sıraya oturdum.
Bir süre sonra Rasim Bey, yoklama almak için geldi. Tam kürsüye yaklaştığında dizimle sıraya alttan vurdum. Yerden yükselen sıraya aynı anda bir de yukarıdan yumruk yapıştırdım. Baktı ve Lütfi’ye “sen yoklamayı aşağıya bana getir” dedi ve çıktı.
Bir kere hesaplaşmayı kafama koymuştum. Bu kadarla bırakmayacaktım. Diğer sınıflardan yoklama almasını gerçekleştirecek kadar bekledikten sonra sınıftan çıktım.
Nöbetçi öğretmenler, öğretmenler odasında kalırdı ama o günlerde öğretmenler odası boyanmakta olduğundan, kitaplıkta kalmaktaydılar. Kitaplığın kapısını vurmadan açtım. Rasim Bey bir koltukta oturmaktaydı. Beni görünce rengi değişti ama belli etmemeye çalışıyordu. Gittim, yanındaki koltuğun kol konulacak yerine iliştim ve o daha bir şey sormadan konuşmaya başladım.
“Bak Hoca”, dedim. “Beni yok yere kimyadan bıraktın. Bildiğin gibi ben iki yıllığım. Sınıfta kalırsam, okuldan atılırım.” Kollarımı kendinse uzatarak ve bir şey söylemesine zaman bırakmadan sürdürdüm.
“Bu kollara iyi bak Hoca. Bu yaştan sonra bu kollar başka bir meslekte çalışmaz. Şunu iyi bil ki; Eğer bu yıl belge alırsam en çok yirmi dört saat yaşarsın.”
“Bütünlemede verirsin, zaten tek dersten kalanlara her yıl verilen bir sınav hakkı daha çıkar” gibi bir şeyler mırıldandı ama gerçekte ne yapacağını bilemeden kıvranıp duruyordu.
. . .
Şimdi yine karşı karşıyaydık. Etüde geç geldiğimiz için esip gürlemeye başlamıştı. Belliydi ki; yanındakilere hava atıyordu. Söylendikçe dozu artırdı. Sonunda dayanamadım:
“Ne bağırıyorsun”, dedim. “Çok çok disipline verebilirsin. İstiyorsan ver. Bağırıp durma” dedim. Sait’le birlikte çıktık.
Bir süre sonra nöbetçi öğrenci geldi. Beni Rasim Bey’in çağırdığını söyledi. Bu kez yalnız çağırılmıştım. Gittim.
Odada yalnızdı. Yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.
“Ayhan, beni hemşerilerimin yanında rezil ettin. Neden öyle davrandın? Bak sen öğrenci örgütü başkanlığına aday olmuş birisisin. Senin örnek olman gerekir” .
Durdu. "Hiç olmazsa saatimiz yoktu. Zamanı bilemedik, deseydiniz" dedi.
"O bizim de aklımıza geldi ama yalan söylemektense disipline gidip ceza almak bize daha uygun düşer diye düşündük", dedim.
Ben de yumuşamıştım. “Hocam, siz beni iyi tanırsınız. Geçen yıllarda yaşadıklarımızdan sonra, benim o sert sözlerinize tepki göstereceğimi tahmin etmeliydiniz” türünden bir şeyler söyledim.
Ne disipline verdi, ne de daha sonra üzerime geldi. Sonuçta bir Cem Karaca şarkısının bendeki çağırışımı oldu yaşananlar.