Çorum Türk Eğitim Derneğindeyiz. Yorgun bir günün akşamında saati gelince etüt zili çalar, derse başlarız.
Nöbetçi hocamız Sn. Mustafa Işıker’dir. Disiplin yönünden onun üstüne diyecek yoktur. Etüt odasında sinek uçsa vızıltısı duyulur.
Ben de pür dikkat kendimi derse vermişimdir. Masada Şükrü Ermiş’le karşı karşıyayız.
Çok kıymetli ve ahlakına, terbiyesine meftun olduğum öğrencim Mevlüt Aydın’a kalbî sevgilerimle. 7.5 .1968 Mustafa Işıker
Canı sıkılmıştır Şükrü’nün. Bana sataşması için bir bahane bulacak ya! Ortada hiçbir şey yokken;
“Konuşma be Mevlüt!” diye gürlemesi,
Oradakilerin bütün dikkatlerini üzerimize çekmesine sebep olur.
Mustafa Bey, hemen gelir yanımıza.
“Ne oldu oğlum?”
Şükrü cevap verir:
“Hocam, Mevlüt konuşuyor.”
Hoca, sert bakışlarını bana fırlatır:
“Konuşma oğlum. Bak, arkadaşın rahatsız oluyor.”
“Hayır hocam, ben hiç konuşmadım.”
“Tamam haydi, sessiz çalışın bakalım.” der, oturur yerine hoca.
Bu uyarı üzerine etüt odası tekrar sessizliğe bürünür.
Türk Eğitim Derneği Pansiyonu’nda etüt yaparken Ben duvar dibinde önden ikinci. Karşımda Şükrü Ermiş
Ortaokulda doktorluğa takarım kafayı. Ne zaman ki diplomayı aldım, ondan da vazgeçerim. “Bu yaştan sonra doktorluğu okuyamam. En iyisi sanat okulunun torna tesviye bölümüne kayıt olayım da kısa yoldan bir meslek sahibi bari olayım.” diye düşünürüm. Makinelere, motorlara karşı büyük ilgi duymaktayımdır çünkü.
Kayıt olurum Çorum Erkek Sanat Okulu’na. Üstelik talebin fazla olması nedeniyle sevdiğim bölüm de kura ile belirlenmektedir.
Ne ise ki şans, orada yüzüme güler de sözü edilen bölüme kaydımı yaptırırım.
Okullar açılır, dersler başlar.
Her gün dört saat boyunca uygulamalı torna tesviye dersi vardır.
Elimize prizmaya benzer demir parçası, bir de törpü verilir. Sıkıştır mengeneye onu, törpüle babam törpüle. Vur kumpasa… Işık sızmayacak ya, ne mümkün. Kıyılar köşeler yalanır; ortası tümsekleşir demirin.
Bu törpüleme işleriyle uğraşıp dururken bir yandan da gözlerim, karşımda duran makinelere kaymaktadır. Oraya ne zaman verileceğimiz merak konusudur. Kimi arkadaşlar;
“İkinci sınıftan itibaren verileceğiz oraya.” derler ama kesin değildir. Gene de moralim bozulur. Çalışmalar iki hafta boyunca bu şekilde devam eder. Bu süre zarfından sonra kafama bir konu takılır. Sorarım kendi kendime:
“Ben burayı bitirince ne olacağım?”
Arkadaşların görüşlerini alırım:
“Siz burayı bitirince ne yapmayı düşünüyorsunuz?” sorusunu yöneltirim onlara.
Verilen cevaplar, beni okuldan tamamen soğutur. Çoğunluk;
“Babamın atölyesi var. Orada çalışacağım.” şeklinde cevaplar sorumu. Bir kısmı da;
“Fabrikada, şurada burada çalışırım.” der.
Kendi kendime söylenirim:
“Benim babam yok ki atölyesi olsun. Fabrikaya gelince, işi ya bulurum ya bulamam.” diye düşünür, karamsarlığa düşerim.
Bu karamsarlık beni o derece sarar ki çok sevdiğim kitaplarımdan, hayattan, velhasıl her şeyden soğurum.
Hatta bir ara, valizler dolusu canım kadar sevdiğim kitaplarımı, ona buna dağıtmak bile geçer içimden.
Oysaki kitaplar benim hayatım, her şeyimdir. Nerede bir değişik kitap, ansiklopedi görsem gözüm kalır, onu mutlaka elde ederim. Aksi halde huzur yoktur bende.
Sinop’ta okurken, ilkokul dördüncü sınıfa geçmişimdir. O sıralar, haftalık olarak fasikül halinde “Bilim Dünyası” adı altında bir ansiklopedi çıkmaya başlar. Fiyatı beş liradır.
Vitrinde gözüme çarpan o ansiklopedide, deneylerle ilgili renkli resimler çok dikkatimi çeker.
İlk fasikülü alır, yarı anlar yarı anlamaz vaziyette okur, incelerim. Ondan sonraki fasiküller için de sabırsızlanmaya başlarım. Vitrinde görür görmez, ilk alanların içinde mutlaka ben olmuşumdur.
Bu durum, aşağı yukarı ortaokul bitinceye kadar devam eder. Tabii ki bu arada fasikül fiyatı zamanla artmaya başlar. En son, on liradır.
Ansiklopedi tamamlanır tamamlanmaz hemen ciltletirim.
Meslek hayatım boyunca da, öğrencilerimi ondan, çok yararlandırmışımdır.
Aynı merak durumum, Meydan Larousse için de hâsıl olur. Lakin ona devam edemem. Yıllar sonra sahip olabilirim ancak ona.
Çorum’da okurken, “Gökkuşağı” ansiklopedisine kafayı takarım ama fazla tuzlu geldiği için alamam onu. Yıllarca, içimde ukde olarak kalır o durum.
Bu kitap sevgisi, meslek hayatım boyunca da terk etmez beni.
Bir ara, “Hücreden İnsana” adlı kitap kafama takılır. Arar arar bir türlü bulamam piyasada. Günlerden bir gün Ankara’ya işim düşer. Geri dönüşte terminalde gezinip dururken vitrinlerden birinde gözüme ilişir. Ancak, kapalıdır vitrin. Bana göre bir hazine gibi rafta duran o kitaba baktıkça içim yağ gibi erimektedir. Allah’tan, bir süre sonra dükkân açılır da, nice zamandır aradığımı böylece elde etmiş olurum.
Anlayacağınız hocam, Çorum Erkek Sanat Okulu’nda okurken bir ara, bozulan moralim yüzünden bu kadar sevdiğim kitaplar bana buz gibi soğuk görünmeye başlar.
Tam bu moral çöküntüsü içinde iken;
“Öğretmen okuluna sınavla gündüzlü doksan öğrenci alınacaktır.” haberi çalınır kulağıma.
“İşte yeni bir umut ışığı daha doğdu.” derim içimden.
Bu arada, sanat okulu öğretmenleri de, o sınava girilmemesi için menfi propagandaya başlarlar. “Öğrencilerimiz azalır.” endişesi vardır onlarda.
Hiç dinlemem. Hemen müracaatımı yaparım.
Sınav günü gelir çatar. Bendeki heyecan zirvededir. Öyle ya, hayat memat meselesi bu…
Bir süre sonra sonuçlar, okul salonundaki panoya asılır. Ben, on altıncı sıradayımdır. Sevincime diyecek yoktur artık. Önümde daha mülâkat vardır ama ben bir an önce kayıtlar için gerekli evrakların neler olduğunu öğrenmek isterim. Bu amaçla çalarım müdürün kapısını.
“Efendim,” derim, “ben yazılı sınavı kazandım. Kayıt için gerekli evrakların neler olduğunu öğrenebilir miyim?”
Müdür, bir an şöyle bir gözlerimin içine bakar, sonra beni şok eden bir söz sarf eder:
“Sen bu okula giremezsin.”
Peşinden, çekmecenin gözünden çıkardığı yönetmeliği açar, oradan bir madde okur:
“Kör, topal, şaşı, kekeme olanların okula kaydı yapılamaz.”
Bu durum karşısında yıkılmamak mümkün değil. Yapılacak bir şey de yoktur. Sağ gözümde hafif kayma vardır çünkü.
Yengem ara sıra söylerdi;
“Annen seni hep, tek yönlü emzirirdi. Sağ gözündeki kayma ondandır.” diye.
Odada soğuk soğuk terler dökmeye başlarım. Çaresiz, o psikolojik ortam dâhilinde orayı terk ederim.
Mülâkat da tehlikeye girmiştir.
“Mümkün değil, kazandırmazlar.” düşüncesine kapılırım.
Gene Erkek Sanat Okulu’na devam…
Olayı, pansiyon öğretmenlerime anlatırım. Teselli etmeye çalışırlar beni. Onların içinde Mustafa Işıker adlı öğretmen de vardır. Pansiyonda “Ambar Memuru”dur. Aynı zamanda, İlköğretmen Okulu’nda Meslek Dersleri Öğretmenidir.
Beni çok sever. Öyle ki, pansiyondaki ambarla ilgili bütün yazım çizim işlerini bana yaptırır. Pazardan aldığı öteberileri evine hep ben götürüveririm.
Sanırım onunla ilgili bir anıyı anlatmanın da tam sırası şimdi.
Orta biri Sinop’ta okuduktan sonra öğrenimime Çorum Eti Ortaokulu ikinci sınıfından itibaren devam ederim. Sınıfımızın mevcudu kırk beş kişidir ve içlerinde sadece 10’u tek, diğer 35 öğrenci ise iki seneliktir.
Matematik öğretmenimizin adı Naci Akay’dır. “Kıt kıt Naci” adı takılmıştır kendisine öğrenciler tarafından. Çünkü onlara göre notu çok kıttır.
Biz tek senelikler zaman zaman problem çözmede ve bazı konularda zorlanır, kendisine sormak isterdik. Her defasında cevabı hazırdır:
“İki seneliklere sorun.”
Sorardık sormasına ama onlar da işin içinden çıkamaz, böylece o konuları anlamamız mümkün olmazdı. Bu nedenle yazılı notlarımız çoğunlukla düşük gelirdi.
Benim karne notum birinci dönem 4’tü. Oysaki sınıfımı geçebilmem için ikinci dönem en az (5) düşürmem gerekiyordu.
İkinci dönem yapılan yazılılara göre buçuklar tamamlandığı takdirde ancak (5) olabiliyor ama içimde gene de bir şüphe ve korku vardır. Sebep, arkadaşlar arasında,
“Öğretmen yarımları tamamlamıyor.” söylentisi vardır da ondan.
Öte yandan bir yıl sınıfta kalırsam Türk Eğitim Derneği’nden atılma tehlikesiyle de karşı karşıyayımdır. Bu durum, endişemi daha da artırmaktadır.
Dernek arkadaşlarımla sorunumu paylaşırım. Onu tanıyanlar tarafından “annesinin çok iyi bir insan olduğu” söylenir bana. Bu defa annesiyle nasıl irtibat kuracağım konusu kafamı kurcalamaya başlar. “Denize düşen yılana sarılır.” misali, bir hediye alıp onu ziyaret etme fikri yerleşir içime ama ters tepkinin doğmasından korkmaktayımdır.
Bu endişeler içinde çırpınıp dururken yılsonu iyice yaklaşır, zaman daha da daralır.
Bu arada bana çok ilginç gelen bir umut ışığı doğar içime. Şöyle ki:
Durumdan haberdar olan dernek arkadaşlarımdan birine hatıra defterimi verir, bir hatıra yazısı yazmasını isterim. Defterin sayfalarını çevirirken Mustafa Işıker hocamın hatıra yazısı çarpar gözüne. Hemen bana,
“Tamam.” der ve devam eder.
“Parlak bir fikir geldi aklıma.”
Ben de merak etmeye başlarım o parlak fikri.
Sözünü sürdürür arkadaş:
“Mustafa Işıker hocamız, Naci Bey’in çok samimi arkadaşıdır. Hatıra yazısı yazma bahanesiyle bu defteri ona ver. Bu yazı, bende olduğu gibi onun da gözüne ilişirse sana yakın ilgi gösterebilir.”
Hak veririm arkadaşa. Çok mantıklı gelir bana bu fikir.
Artık, yılsonunun son günlerindeyizdir. O gün Naci Bey’in dersi vardır bizde. İçeri girer, selamlaşma faslından sonra her zaman olduğu gibi bizi ödevlendirir ve geçer kürsüye. Ders defterini yazdıktan sonra matematik kitabını alır eline, sayfalarını sağa sola çevirmeye başlar. Bu arada biz de derse iyice dalarız.
Çorum Eti Ortaokulu Matematik öğretmenimizNaci Akay'ın hatıra yazısı
Derse dalarız dalmasına ama kafam hep hatıra defterindedir. Dersin son on beş yirmi dakikası içerisine girmişizdir. Defteri elime alır, öğretmenin yanına gider “Hocam,” derim ona ve devam ederim, “defterime bir hatıra yazısı yazar mısınız?
“Memnuniyetle.” der ve defteri eline alır. Yerime oturur oturmaz,
“İçine bakabilir miyim?” sorusunu yöneltir bana.
Umut ve sevincin iç içe geçmiş haletiruhiyesi içinde cevap veririm ona:
“Tabii hocam, bakabilirsiniz.”
Bir müddet sonra da;
“Mustafa Işıker’i nereden tanıyorsun?” sorusuyla muhatap olurum.
“O, bizim pansiyon hocamızdır hocam.” cevabını veririm.
Gaye hâsıl olmuştur. Aynen şöyle yazmıştır Naci Bey defterime:
“Öğrencim, Mevlüt’e,
Neş’eli ve sempatik bir öğrencim olarak tanıdım ve iyi meziyetlerini sezdim.
Geleceğinin aydın olduğuna inanıyorum.
Başarı dileklerimle gözlerinden öperim.
Naci Akay
Matematik Öğretmeni
24.05.1968
Aynı gün paydos zilinden sonra, Tarım Dersi yazılısını öğrenmek için Öğretmenler Odası’nın önünde tarım öğretmenimizi beklemekteyimdir. Odanın kapısı açıktır. Naci Bey de oradadır ve onunla karşı karşıyayızdır. Telaşlı telaşlı dolabının gözünü karıştırmakta, eve götüreceği öteberinin hazırlığını yapmaktadır. Bir ara bana seslenir:
“Mevlüt, işin var mı?”
“Yok, hocam.” cevabımın ardından elindeki çantayı uzatarak,
“Şunu eve götürmeme yardımcı olur musun?” ricasında bulunur.
“Memnuniyetle hocam.” der, çantayı elime alır almaz yola düşeriz.
Yan yana bir müddet ilerledikten sonra bana,
“Saz çalmasını biliyor musun?” sorusunu yöneltir.
Mustafa Işıker hocamın hatıra yazısından öğrenmiştir tabii ki bunu. Cevap veririm:
“Evet hocam. Yarın akşam okulumuzun gecesi var. Gelirseniz memnun kalırım.”
“Gelmeye çalışırım.” der ve gene sessizce ilerlemeye devam ederiz.
Bir ara sessizliği bozar, gayet tedirgin bir vaziyette,
“Hocam, benim durumum ne olacak? sorusunu yöneltirim kendisine.
“Ne varmış durumunda?” der bana.
“Matematik dersim karnemde dört. İkinci dönem, buçukları tamamlarsanız beş oluyor ama gene de endişeliyim.”
“İkinci dönem yazılıların kaç kaç?”
Aldığım notları söylerim.
Hesap yapmaya başlar. Eve de yaklaşmışızdır artık. Ayrılma anında çantayı eline verir;
“Teşekkür ederim.”
“Bir şey değil hocam.” faslından sonra nihayet, sanki bana dünyaları bağışlamış gibi gelen müjdeyi verir:
“Matematik dersinden hiç endişen olmasın. Benden sınıfını geçtin.” der demez içimde büyük bir coşku oluşur. Memnuniyetimi belirtir;
“Sağ olun hocam” diyerek oradan ayrılırım.
Tüy gibi hafiflemişimdir artık. Dünyanın bütün yükü üzerimden kalkmıştır sanki. Kuş misali göklerde uçmaktayımdır adeta. Kestirme yollardan koşar adımlarla pansiyona doğru ilerlerken Çorum’un inişli çıkışlı tepecikleri dümdüz gelir bana.
O büyük sevincime vesile olan Mustafa Işıker hocamın hatıra yazısını buraya aktarmamak olmaz. Aynen şöyledir o yazı:
“Çok Kıymetli öğrencim ve küçük kardeşim Mevlüt Aydın,
Seni kısa zamanda tanıdım ama unutulmayacak bir kalp bağı ile sevdim. Elinde sazın, gönlünde mütevazı saygın ve bu sempatikliğinde seni herkesin seveceğine inanıyorum. Yeni cemiyette sevilen bir fert olman çok faydalı ve iyi bir meziyettir. Bu meziyet herkese nasip olmaz.
Sana öğrencilik hayatın boyunca çok üstün başarılar diler, gönlünde yaşattığın meslek ve mevkilere erişmeni de candan diler, neşe, afiyet ve iyi sıhhatler temenni eder, gözlerinden derin bir sevgiyle öperken seni hayatım boyunca unutmayacağıma söz verebilirim.
7.5.1968
Mustafa Işıker”
Müziği severdi hocam. Öğretmen okulunda okurken bazı zamanlar derslerde Âşık Veysel’den saz kursu almakla övünürdü ama nedense bir kerecik bile saz çaldığını hatırlamam.
Bu kadar içten duygularla birbirimize bağlı olduğumuz çok değerli hocamı bir gün, yanlış anlama sonucu darıltma tehlikesiyle karşı karşıya kalırım.
Kendisi pansiyonumuzun ambar memurudur ya, bütün gıda işleri ondan sorulur.
Günlerden bir gün müfettişler pansiyonu teftişe gelirler. Arkadaşlardan biri ekmeğin bayat olduğu, bozuk gıdaların çıktığı gibi şikâyetlerde bulunmuş. Kim olduğu belli değildir tabii ki. Her nasılsa hocama ismim verilmiş. Oysaki bu tür olaydan haberim bile yoktur.
Hemen çağırır beni odasına. Çok sinirli ve mahzundur. Hemen sitem etmeye başlar:
“Yazıklar olsun sana. Ben senden böyle bir şey yapacağını hiç beklemezdim.”
“Ne oldu hocam? Ne yapmışım ben?”
“Sus! Bir de bilmezlikten gelme.”
Masanın üzerindeki defteri sinirli sinirli karıştırırken sözlerine devam eder:
“Ekmek bayatmış. Ne zaman size bayat ekmek yedirdim ki. Gözünüze burnunuza dursun.”
“İnanın benim hiçbir şeyden haberim yok hocam.”
“Yalan konuşma. Sinirlerim tepemde zaten. Çık dışarı haydi.”
Çaresiz, gayet meyus ve bitap bir vaziyette çıkarım dışarı. Bahçe duvarının bir köşesine çömelir, hüngür hüngür ağlamaya başlarım. Birkaç arkadaş teselli etmeye başlar beni ama fayda vermez. Kederimden üst üste beş tane sigara yaktığım hâlâ hatırımdadır.
O günümü bu haletiruhiye içerisinde geçiririm.
Allahtan, ertesi günü durum anlaşılır da işler tatlıya bağlanır. Şikâyeti yapan kişinin kim olduğu anlaşır ve Mustafa Işıker hocam beni odasına çağırarak özür diler. Böylece hiçbir şey olmamış gibi hafiflerim. Geleceğimin güvence altına alınmasında büyük rolü olan çok değerli hocamla ilgili bu ara anlatımlardan sonra biz gene konumuza devam edelim.
Mülâkat günü gelir çatar. Komisyonda kalabalık bir öğretmen topluluğu vardır. Mustafa Işıker hocam da onların arasındadır. Buna rağmen gene de umut yoktur ama heyecandan kalbim “Küt! Küt!” atmaktadır.
Sıra bana gelir. Girerim içeri. İçeri girmemle birlikte Mustafa Işıker hocam, bülbül gibi konuşmaya başlar. Beni arkadaşlarına öyle bir takdim eder ki;
“Bu kişi acaba ben miyim?” diye kendi kendime şüphelenmeye başlarım.
“Bu, bizim Türk Eğitim Derneği öğrencilerimizdendir. Çok güzel saz, mandolin, keman, cümbüş çalar. Arkadaş çevresinde de çok sevilir, sayılır.”
Oysaki saz ve mandolinin yanı sıra cümbüşü de biraz çalarım ama kemanın “K”sını bilmem.
“Arif olan anlar.” misali oradakiler de gereken mesajı almıştır tabii ki.
Sorulara başlanır:
“En son okuduğun kitap hangisidir?”
“Sefiller.”
En son izlediğin film hangisidir?”
“Doktor Jivago.”
En çok sevdiğin yemek hangisidir?
“Kuru fasulye.”
Neden?
“Fakirin yemeği olduğu için.”
Bu söz karşısında gülüşmeler olur.
Sorular bitmiştir.
Sonradan, okulun Beden Eğitimi öğretmeni olduğunu öğrendiğim Kadir Bey, sanırım o anda yatılılarla karıştırmış olacak ki bir ara gülümseyerek ayaklarıma bakar, sonra:
“Ayakların da çok büyük. Küçük çocuk mezarı kadar var. Sana göre ayakkabı da bulamayız.” esprisini yapar.
O espri, mülâkatı kazandığımın bir işareti gibi gelir bana.
Tahminimde yanılmamışımdır. Sonuç olumludur.