(Hiç unutamadığım olay, meslek hayatımın ilk yıllarında; Sinop / Gerze ilçesi / Kirençukuru Köyü / Avlağısökü mahallesinde geçer.)
Güzel kış günlerinden birindeyiz. Her taraf bembeyaz. Dışarısı aydınlık mı aydınlık. Hafiften hafiften kar sepelemekte.
Güzel kış günlerinden birindeyiz. Her taraf bembeyaz. Dışarısı aydınlık mı aydınlık. Hafiften hafiften kar sepelemekte.
O akşam üç-beş kişi gelmiştir lojmana. Oyun, sohbet faslından sonra dağılma anı gelir. Gecenin saat on ikisi.
Onların gidişi üzerinden beş-on dakika geçer geçmez, inanılması güç bir olay cereyan eder. Acı acı inleme sesi çalınır kulağıma. Tıpatıp insan sesidir bu.
Korku ve endişe içerisinde merak etmeye başlarım. Bir anda bin bir türlü komplo teorileri beynime hücum eder. Acaba cinayet mi işleniyor? Yoksa kız kaçırma olayı mı var? Neyin nesi bu Allah’ım!
“Gecenin bu saatinde adamların ne yapacakları belli olmaz.” düşüncesiyle korkumdan dışarıya da bakamam. Sadece perde aralığından gözlemlemeye çalışırım dışarısını ama ay ışığında dalların hareketiyle birlikte bembeyaz karların üzerinde oynaşan gölgelerden başka bir şey çarpmaz gözüme. O heyecan fırtınası içinde, hareketsiz duran nesneler bile hareket ediyormuş gibi gelir bana.
Çaresiz, neyin nesi olduğunu anlayamadan girerim yatağa. Acı acı inleyen o ses hâlâ devam etmektedir. Uyuyabilirsen uyu artık.
Nice zamandır bilinmez, bir ara uykuya dalmışımdır. Bu kez kâbus derecesine varan rüya böler uykumu. Sözde, onların ne yaptıklarını ben görmüşüm. Şahitlik yapar korkusuyla adamlar tabancalarını, tüfeklerini bana çevirir, oracıkta öldürmeye çalışırlar.
Ne ise ki onlar emellerine ulaşamadan büyük bir ürperti içerisinde hoplarım yatakta. Ayağa fırlar, dışarısına kulak veririm. Bu kez, gizemli bir sessizlik hâkimdir ortama. Bakışlarımı perde aralığından doğru tekrar dışarıya fırlatırım. Hafiften hafife sepeleyen karlardan başka bir şey çarpmaz gözüme. Ses kesilmiştir ya, biraz rahatlamışımdır. Tekrar yatağıma girer, çekerim yorganı üzerime. Derin bir uykuya dalarım. O saatten sonra deliksiz bir uyku çekmişimdir.
Ve bu fırtınalı gecenin ardından gün ışımaya başlar. Kahvaltı, şu bu derken okul vakti gelir.
O gün okula gittiğimde öğrencilerden esrarını öğrendiğim o olay, beni derinden sarsar. Lojmanımın bekçisi, gönlümün neşesi, can yoldaşım “Alaç”a, zehir verilmiştir birileri tarafından. Çünkü sahibinin ailecek İstanbul’a taşınması nedeniyle sahipsiz kalmıştır garibim. Gerçi –sahibi- Şaban Dayı onu, kardeşi Ramazan Dayıya emanet etmiştir ama “El elin eşeğini türkü çağırarak arar.” misali, bu durum gene de “Alaç”ın yaşamasına fırsat vermemiştir.
Hani derler ya, “Kubbede kalan hoş seda.” diye. O hesap, “Alaç” da benim gönlümde hoş seda olarak kalmıştır. Her okul çıkışı, lojmanın önünde beni bekler durumda olması, yanına geldiğimde şen şakrak bir vaziyette üzerime atlaması, onunla sağa sola koşuşturmamız, oynayıp zıplamamız… Bunların hepsi ama hepsi unutulmaz anılar içerisinde yer almıştır.
Şaban Dayı’nın, ailecek İstanbul’a taşınmasına çok üzülmüşümdür. Çünkü kapı bir komşuyduk. O da lojman müdavimlerindendi.
Âdem adında bir oğlu vardı. Bir zamanlar askerdi. Yanıma gelişten gelişe babasına çalıverdiğim “Asker Yolu Beklerim” türküsü, onu çok duygulandırırdı.
Askerlik bitti, onlar İstanbul’a gitti. Bu kez duygulanan ben oldum. Neylersin ki bu da hayatın bir parçası.