"Bir kuş gibidir
Mutluluk
Arada bir kaçar
Nerede yakalayacağın belli olmaz
Belki İbrahimin atelyesinde
Belki rakı bardağında" Yücel Akça
Yücel'le bir gün İbrahim'e gitmeyi kararlaştırdık. telefonla aradığımızda hafta sonu atelyede olacağını söyledi bize
Cumartesi saar 12.50. Hayli soğuk bir gün. Kadıköy'deki Eminönü İskelsi önüne doğru yürüyorum. Buluşmaya 10 dakika var. O da ne, Yücele gülerek karşılıyor beni. Sıcacık gülüşü ısıtıyor havayı. Benden önce gelmiş.
İbrahim gereçlerini getiren gençlerle konuşuyor
Kolkola girip yürüyoruz, Osmanağa'ya doğru. Bana; "istersen sahilden gidelim" diyor. "Hayır. Geçen gün gittiğimiz yoldan gidelim. O gün fazla dikkat etmedim. Yolu öğrenmeliyim." diyorum.
Osmanağa camisinin bitişiğindeki dar geçitten, ayakkabı ve giysi satcılarının sergisinden kalan aralıktan geçiyoruz. Yönümüz moda.
Yolda," İbrahim bizi nasıl karşılar?" sorusunun yanıtını atrtışıyoruz. Geçtiğimiz süreçte az da olsa soğuk davranışlar gördük ne de olsa.
Apatman kapısındayız. Yücel zile basıyor. Geçen bir kaç saniye. Kapı otomatında ses yok. İçimden İbrahim yok mu acaba?" sorusu geçerken o bildik otomomat sesi geliyor.
Giriyoruz. Atelye bir numaralı daire. Sağda mı solda mı? diye düşünmeye zaman kalmadan kapılardan birinin açılmış olduğunu görüyoruz.
İlk an. Tam 39 yıl olmuş. Karşımda duranı sitedeki fotoğrafından tanıyorum. Bu en azından fizik olarak bizim okulda bıraktığımız İbrahim değil tabii.
İlk karşılaşma, dudaklarımızda yarı yalan bir gülümseyiş.
Atelyedeyiz. Ben alışkınım bu atelye dağınıklıklarına. O, bilinen karşılama sözcüklarine pek de yer vermiyoruz. Yine de bir karşılıklı yoklama var.
Nerelerdeyiz, neler yaptık, çocuklar derken bir de bakıveriyoruz ki; ısınmış herşey. O zaman anlıyoruz ki; yalnızca dış görünüşlerimizdir değişen. Arkadaşlığımız, kardeşliğimiz duruyor yerli yerinde.
Arkadaşlardan, sitenin oluşumundan ve özellikle Erkli'den, Çorum Buluşmasından emeği geçen arkadaşlardan söz ediyoruz.
Fotograf çekmek istiyorum. makinemi açıyorum. Bir sürpriz. Pilleri boş. Bırakıyorum.
Bir süre konuştuktan sonra pil almak üzere dışarı çıkıyorum. Yaklaşık 20 dakika sonra yeniden içerdeyim.
Atelyenin bir köşesine oturma düzeni ayarlıyoruz. Masamız çöp sepetinin üzerine konulan ve içinde bir seri baskının bulunduğu camlı çerçeve. Gülüşüyoruz. Yücel "camın üzerine konan büyük beyaz kağıdı alalım, fotoğrafını çekelim" diyor. İbrahim'in yanıtı, "resim hep görünsün o zaman. Kağıdı hiç koymayalım." oluyor.
Başkalarına nasip olmuş mudur, bir ressamın orijinal yapıtını masa olarak kullanmak?
Önce meyve suyu türünden bir şeyler yediğimizi anımsıyorum. Söyleşinin tadından ne olduğuna hiç dikkat etmemişim.
Ardından İbrahim'in "ne içersiniz?" sorusu. Özel bir rakı, -üzerindeki yazılar grek alfabesi olduğuna göre Yunan rakısı olabir ama UZO değil-, şarap ve viski olduğunu öğreniyoruz.
Orhan Veli'yi anımsamadık belki ama onun gibi "Rakı" diyoruz. Hemen hazırlıyoruz çilingir sofrasını. Bir tabakta dilimlenmiş portakal ve elme, yanında kuru yemiş. -Nerdeeee bu karışımdaki leblebi, nerdeeeee Çorum leblebisi..-
Sonrası, saat 13.30'da girdiğimiz atelyeden 18.oo gibi çıkmak zorunda kalıyoruz. Çünkü akşama alınmış biletlerimiz var. Eşim ve çocuklarımla tiyatroya gideceğiz.
Çıkmadan önce İbrahimden okul dönemine ilişkin bir duvar gazetesi ve elindeki "YAŞANTILAR" dergilerini alıyorum. (Bunları bir kaç gün içinde sitede okuyabileceksiniz.)
Sonuçta," İbrahim ne kadar ünlü de olsa yine bizim İbrahim." diyoruz Yücelle, Kadıköy İskele Meydanına doğru yürürken...