Köy Enstitülerinin Mirasçıları Yeni KuşakKöy Enstitülüler
Cemal TÜRKMEN
Öğretmenlik görevine başlamak için ilk atandığım köye gittiğimde 1968 yılının sonbaharıydı. 1968, benim için meslek yaşamına başladığım yıl olarak önemlidir, ama o yıl üniversitede öğrenci olanlar için daha da önemlidir. Çünkü 68, Avrupa’da üniversitelerde başlayıp Türkiye’yi de saran gençlik direnişlerinin yılıdır. Bu yıl, Avrupa’da nasıl değerlendiriliyor, fazlaca bir bilgim yok, ama Türkiye’de, o yıllarda, direnen gençliğin (68 kuşağının) içinde yer almış olmak, bir gurur kaynağıdır. 68’liler Birliği ve 68’liler Vakfı’nın kuruluş amacı da bu gururu yaşamak ve yaşatmak değil midir? 68 ruhunu yaşatmak isteyenlerin kurdukları örgütler, 68’li olmanın tanımını yapmışlar mı, bilmiyorum. Örneğin 68’de üniversite dışında ama mücadele içinde olanlar da 68’li tanımı içene giriyorlar mı? Yoksa 68’li olmanın ölçütü, kişinin kendisini 68’li duyumsaması mıdır?
Bir de ”yeni kuşak köy enstitülüler” var. Kimdir yeni kuşak köy enstitülüler? Kapatılan köy enstitülülerinin yerleşkelerinde varlıklarını sürdüren ilköğretmen okullarını bitirenler midir? Yoksa sonradan öğretmen liselerine dönüştürülen tüm ilköğretmen okullarını bitirip de köy enstitülerinin mirasına sahip çıkanlar mıdır?
Mucizenin Mimarları kitabının önsözünde “ilköğretmen okullarının köy enstitülerinin zayıf bir mirasçısı olduğunu” söylemiş, yeri olmadığı için nedenlerine girmemiştim. Gönen Köy Enstitüsü ve Sonrası1 kitabında okuduğum bir anı üzerine bu konudan kısaca da olsa söz etme gereksinimi duydum.
Benim bitirdiğim ilköğretmen okulu, köy enstitülerinin kapatılmasından bir sene sonra 1955’te kurulmuştu. Okulu bitiriş yılım ise 1968’dir. Bu, köy enstitüleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen okul, uyguladığı yöntemlerle enstitülerden izler taşıyordu. Çünkü okulumuzda sayıları az da olsa köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlerimiz vardı. Örneğin eğitim şefimiz (Enstitüleri kapatanlar, öğretmen okullarında enstitülere özgü “eğitim şefi” görevlendirmesini kaldırmayı akıl edememişlerdi.) Günhan Özkan, meslek dersleri öğretmenimiz Rasim Bakırcıoğlu, köy enstitüsü çıkışlıydı. Mustafa Işıker, Sadık Demir de enstitülü öğretmenlerimizdi. Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı Adnan Binyazar da okulumda benim okuduğum yıllardan önce görev yapmıştı. Bir de Türkçe öğretmeni olarak Bekir Semerci adı geçer, ama onun Köy Enstitülü Bekir Semerci olduğu belli değildir. Çünkü Semerci’nin özgeçmiş bilgilerinde Çorum İlköğretmen Okulu’nda çalıştığına ilişkin bir not bulunmuyor. Başkaca enstitü çıkışlı öğretmenimiz var mıydı, bilmiyorum. Daha doğrusu yukarıda sözünü ettiğim öğretmenlerimin enstitü çıkışlı olduklarını okuldayken bilmiyordum. Zaten okuduğum üç yıl boyunca köy enstitüsü konusunun açıldığını hiç anımsamıyorum. Bu bilgileri, sonradan enstitülerle ilgili çalışmalarım sırasında öğrendim.
Bizler, gerek enstitülü öğretmenlerin gerekse diğer öğretmenlerin öğretmenlik bilgi ve becerileriyle enstitülüler kadar olmasa da yine de iş içinde eğitildik. Duvar örmedik, sıva yapmadık, kanal kazıp okulumuza su getirmedik, sebze meyve yetiştirmedik, çift sürmedik, inek sağmadık. Ama köy ve hizmet ülküsüyle yetiştirildik. Çalışacağımız köyde her işi köylüden ve muhtardan beklememiz gerektiğini öğrendik. Köylülerle ilişkileri sıcak tutmakla birlikte gerekirse işe tek başımıza soyunmamız gerektiğini kavradık. Bu kavrayışla çoğumuz daha öğretmenliğimizin ilk günlerinde alıp boyayı fırçayı elimize, okulumuzun boya ve badanasını tek başımıza yaptık.
Okulumuzun bir tarım arazisi, bir uygulama bahçesi yoktu. Ama tarım derslerimiz vardı. Dersi sınıf içinde kitabî bilgilerle yapardık. Derse, genellikle okul müdürü -haftada belli bir saat derse girme zorunluluğu olduğu için- girerdi. Derslerin verimli geçtiğini söylemek elbette olası değildi.
Resim İş derslerimizi haftanın belli saatlerinde iş, belli saatlerinde resim olarak değerlendirirdik. İş dersimizi işlikte yapardık. Resim öğretmenimiz iş dersimize de girerdi. Yaptığımız işler dişe dokunur şeyler değildi. Kitap ciltlemek, çerçeve, mukavva kutu yapmak… Ben en çok işin sanat kısmıyla ilgilenirdim. Kütükten insan başı oyma gibi.
Müzik derslerini müzik salonunda işlerdik. Salonumuzda piyanomuz ve mandolinlerimiz vardı. Mandolinle İstiklâl Marşı’nı, bazı halk türkülerini ve okul şarkılarını çalabiliyorduk. Hatta ilkokul öğretmenliğimin ilk yıllarında bir pazar yerinde mandolinimi çaldırana kadar müzik derslerini mandolin destekli yaptım, sonradan işi bağlamayla sürdüreyim dedim ama o kadar yetenekli olmadığım için vazgeçtim.
Enstitülerin, aslında Ziraat Bankası için yazılan ama sonradan enstitülerinin marşı haline gelen Ziraat Marşı vardı, coşkuyla söyledikleri. Bizim, okurken, enstitülerin kendilerinden olduğu gibi bu marştan da haberimiz olmadı. Ama biz de, “Candan açtık cehle karşı bir savaş/ Ey bu yolda can veren genç arkadaş/ Öğren öğret hakkı halka durma coş/ Durma durma koş” diyerek coşkuyla söyledik Öğretmen Okulları Marşı’nı. Bir de okulumuz özelinde marşımız vardı: Çorum İlköğretmen Okulu Marşı. Sözlerini okul Müdürümüz Tayyar Kerman yazmış, ezgisini müzik öğretmenlerinden Nejat İlhan Leblebicioğlu üretmişti. ”Çorum İlköğretmen Okulu/ Bilgi irfan yuvamızdır/Kalplerimiz iman dolu/Güven dolu/Türklüğün budur yolu/Hep bizleri bekliyorlar/Bu vatanın çocukları”
Ruhi Su müzik derslerimize girmedi. Ama onun türkülerini ders saatinde plaktan dinleten müzik öğretmenlerimiz oldu (Rüştü Aksoy). Biz de Mozart çalıştık, Bach dinledik, Beethoven’i sevdik. Kendi adıma övünerek söyleyebilirim ki bugün bile 9. Senfoni’nin solfejini ezbere söyleyebilmek bana haz vermeyi sürdürmektedir. Keşke Aşık Veysel bize de usta öğreticilik yapabilseydi. Veysel’i dinleyip feyz alamadık ama Hüseyin Çırakman dinletilerinden de yoksun kalmadık.
Köy enstitülerinde beden eğitimi için ders saati ayrılmaz, her sabah müzik eşliğinde oynanan halk oyunlarıyla hem müzik hem de beden eğitimi dersi yapılmış olurdu. Bizim ayrı beden eğitimi ders saatlerimiz vardı. Derslerimizi kapalı havalarda salonda, açık havalarda dışarıda yapardık. Dersin konusunu genellikle kasa ve minder hareketleri, uzun atlama, koşu, kültür-fizik hareketleri ve sportif oyunlar oluştururdu. Bu açıdan köy enstitülerinin beden eğitimi derslerine benzemezdi. Ama bir öğretmen için en çok önem taşıyan bu üç dersi (resim iş, müzik, beden eğitimi) işimize yarayacak biçimde aldığımızı söyleyebilirim.
Okulda ve sınıfta enstitülerde olduğu gibi duvar gazetesi çıkarırdık. Köy enstitülerinde, kimisinin basımı da okulda yapılan okul dergileri vardı. Bizim de teksir makinesiyle çoğalttığımız “Yaşantılar” adını verdiğimiz okul dergimiz vardı. İlk şiirlerim bu dergide yayınlandı.
Kültür-edebiyat kolumuz şiir ve öykü yarışmaları düzenlerdi. Böylece edebiyatla ilgilenen öğrenciler kendilerini gösterme olanağı bulurlardı.
Öğrenciler özgür iradeleriyle okul Başkanı ve Eğitici Kol Başkanlarını seçerlerdi. Benim de aday olup kazanamadığım kültür-edebiyat kolunda, başkanlığı kazanan arkadaşımla birlikte çalışmıştık.
Her cumartesi bayrak töreninden önce kısa süreli bir toplantı yapılırdı. Bu toplantılarda müdür ve eğitim şefi gerekli eleştiri ve uyarılarda bulunurlardı. Ancak enstitülerde olduğu gibi öğrenciler de eleştiride bulanmazlardı. En azından ben böyle bir durum anımsamıyorum.
Özellikle son sınıf öğrencileri sınıf geceleri düzenlerlerdi, enstitülerde olduğu gibi. Amfi tiyatrolar kurmadık, ama bizde Molliere, Turgut Özakman, Cevat Fehmi oynadık.
Enstitülerin kuruluş günü 17 Nisanı olmasa bile öğretmen okullarının kuruluş günü olan 16 Martı çok önemserdik. Günü, ciddi hazırlanmalarla bir şölen havasında kutlardık.
Komşu illerdeki öğretmen okullarına geziler düzenlenirdi. O okullar da bizim okulumuzu ziyarete gelirlerdi. Köy Enstitülerin yurt gezilerinde yaptıkları enstitü ziyaretlerinin özelliklerini taşımasa da ondan esintiler taşıyan uygulamalardı.
Son sınıflar kent içindeki ilkokullarda yetişim (staj) anlamında ders izler, ders verirdi. Bir de iki ay süreli de köy yetişimimiz (staj) vardı. İki ay boyunca köyde yatıp kalktık, kendi yemeğimizi pişirip kendi çamaşırımızı yıkadık. Köy ilkokulunda öğretmenlik yaptık. Gösteriler hazırlayıp köy ve komşu köy halkına sunduk. Bu süre içinde enstitülerde olduğu gibi öğretmenlerimiz zaman zaman gelip bizimle ilgilendiler.
Çoğumuz okuldaki uygulamaları meslek yaşamımızda da sürdürdük. Her öğretim yılı sonunda mutlaka okul geceleri düzenledik, uygun bir piyes bulamamışsak oturup kendimiz yazdık. O güne değin tiyatroyla tanışmamış köylere amatörce de olsa tiyatro götürdük.
Okulu bitirdiğimizde bize geçimlik arazi, alet edevat vermediler. Bir kitaplığa temel oluşturacak klasik kitap seti de vermediler. Ama en azından üç ciltten oluşan ”Nutuk”umuzu yanımızdan hiç eksik etmememiz uyarısıyla teslim alıp yanımızda götürdük köylerimize.
Hepimiz okula adımımızı attığımız ilk günden itibaren öğretmen olacağımız, köyleri ışık götüreceğimiz ülküsüyle ve ateşli vatanseverlik duygularıyla yetiştirildik. Görev istek dilekçemizde atanmak istediğimiz üç ili belirtmemiz istendiğinde çoğu arkadaşımız “Türk bayrağının dalgalandığı her yer.” diye yazdı. Kimi arkadaşlarımız da “Kars, Ağrı, Van” dediler. Sınıf arkadaşım Şükrü Gümüş gibi “Hakkari, Hakkari, Hakkari” diyenlerimiz de oldu. Bense alacağım öğretmenlik maşını dört gözle bekleyen benden başka üç boğazı düşünerek böylesi yurtsever bir özveride bulunamadım.
Bütün bunlar 1968 koşullarında köy enstitüleriyle maddî bağı olmayan öğretmen okullarında küçük farklılıklarla uygulanmaktaydı.
Bir de köy enstitülerinin maddî ve manevî mirası üzerinde eğitim öğretim yapan ilköğretmen okulları vardı, Hasanoğlan’da, Akpınar’da, Pulur’da, Yıldızeli’de Pazarören’de, Gönen’de, Aksu’da, Akçadağ’da, Düziçi’nde, Kepirtepe’de, Beşikdüzü’nde, Savaştepe’de, Dicle’de, Gölköy’de, Ortaklar’da , İvriz’de, Çifteler’de, Cılavuz’da, Arifiye’de ve Erciş’te. Bu okullardaki uygulamalar -köy enstitülerindeki uygulamalara yakınlık anlamında- doğal olarak diğer ilköğretmen okullarından çok daha ilerideydi. Çünkü hiçbir şey, “kaldırdım, bitirdim” demekle kaldırılmıyor, bitirilmiyordu. Bilinçlere, belleklere yerleşmiş uygulamalar, genelgeyle, yasayla bir çırpıda sökülüp atılamıyordu. O okulda okuyan öğrenciler, yatıp kalktıkları yatakhanelerin, yiyip içtikleri yemekhanenin, çekiç salladıkları işliklerin, resim yaptıkları, mandolin çaldıkları salonların duvarlarındaki harcın suyuna kendilerinden önce aynı sıralarda okuyan ağabey ve ablarının alın terlerinin karıştığını biliyorlardı. Gölgesinde serinledikleri ağaçları, kimlerin dikip suladığının ayrımındaydılar. Bakımsızlıktan bozarmış arazilerde bir zamanlar sarı başakların boy verdiğini, biber, domates yeşerdiğini, gözlerinin önündeki içi boş olan ağılların bir zamanlar koyun kuzu melemeleriyle şenlendiğini biliyorlardı.
O okullarda ders veren öğretmenlerin bir kısmı önceden de o okulun öğretmeniydiler. Geçmişteki uygulamalara karşı olanlar bile ister istemez dünle o günü kıyaslayarak derin bir iç çekişle “Biz eskiden eker biçerdik, muhannete muhtaç olmazdık, kendi yağımızla kavrulurduk.” diyerek o günlerin duygusal mirasını aktarırlardı öğretmen arkadaşlarına ve öğrencilerine.
Gönen Köy Enstitüsü ve Sonrası kitabının 295. sayfasında okuduğum bir anı, enstitülerin doğrudan mirasçısı okullarda imece ruhunun enstitülerin kapatılmasından sonra da sürüp gittiğine somut bir örnek olarak beni çok etkiledi. Bu örnekten hareketle ilköğretmen okullarının enstitülerin zayıf bir mirasçısı ama enstitü yerleşkelerinde öğretimini sürdüren ilköğretmen okullarının ise enstitülerin kuvvetli bir mirasçısı olduğu kanımı pekiştirdi. İlköğretmen okullarında çarpıcı bir örneğini göremediğimiz imece ruhunun enstitü mirasçısı okullarda yaşatıldığına iyi bir önek oluşturan bu anıyı kaynağından aynen aktarmak uygun olacaktır.
17 yaşında girdiği Gönen İlköğretmen Okulu’nu 1966’da bitiren Mehmet Özbakır anlatıyor: ”1962-1963 öğretim yılında dört aylık yaz tatili için köyüme vardığımda babadan kalan toprak evin bir bölümünün göçmüş olduğunu gördüm. Diğer kısmını da ben yıktım. İki kardeş kolları sıvayıp başladık ev yapmaya. Dört ay içinde binayı ayağa kaldırıp kiremitlerini döşedik. İç bölümleri kaldı. Annem için bir oda çevirmeliydim. Okul da açılmıştı. Yaz çalışması için bu yüzden biraz geç dönmüştüm. Eğitim Şefi Halil Erkan geç gelme nedenimi sorduğunda durumu anlattım. Bana bir hafta daha izin vermesini istedim. Halil Erkan duygulandı. “Evinizi biz yaparız.” dedi. Ben bir süre konuşamadım. Beni hemen köyüme gönderdi. (Burdur’un, Bucak ilçesi Yüreğil Köyü) Ertesi hafta Halil Erkan’ın başkanlığında okulumuzun marangoz ustası olan Durmuş ve Süleyman ustalar, bizim sınıftan 10 arkadaş el arabaları ve günlük kumanyalarıyla okulun arabasına doluşmuşlar, köyümüze geldiler. Kısa sürede evimizi yapıp tamamladılar. Bana da eksikleri tamamlamam için bir hafta daha izin verip köyden ayrıldılar. Geri kalan işleri tamamlayıp ben de okuluma döndüm.”
“Yeni Kuşak Köy enstitülüler” kimlerdir? Köy enstitüsü yerleşkelerinde kurulu ilköğretmen okullarını bitirenler mi? Köy Enstitülülerin çocukları mı? Ya da kendisini köy enstitülü duyumsayan bütün öğretmenler mi? Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin bir “yeni kuşak köy enstitülü” tanımı var mı? Ya da böyle bir tanımlama yapmak gerekli mi? Bence “köy enstitülerinin kapatılmasından sonra kurulan ilköğretmen okullarını bitirip köy enstitüleri mirasını sahiplenen her öğretmen” yeni kuşak köy enstitülüdür.
Köy enstitüleri; tümüyle ulusal, ülke gerçeklerine uygun, yüzyıllarca eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan köylülerin/köylerin içten kalkındırılmasını amaçlayan, köy çocuklarını devlete yük olmadan iş içinde yetiştiren, tam da ülkenin gereksinim duyduğu eğitim kurumlarıydı. Bu kısa ömürlü okulları kuran ve geliştiren CHP idi, CHP’nin Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden halkçı/devrimci kadrolarıydı. Köy Enstitülerini kapatan da, daha doğrusu kapatılmasının yolunu açan da yani yıkımcılara kazma kürek uzatan da CHP idi. Enstitü çınarlarına ilk baltayı saplayanlar, 1946 sonlarında CHP’ye egemen olan sağ kanat parti yöneticileridir. CHP zemini hazırlamış, Demokrat Parti’ye sadece son noktayı koymak kalmıştır.
Acı olan, enstitülerin mirasçısı olan ilköğretmen okullarını kapatıp yerine “öğretmen yetiştirmeyen öğretmen okullarını” açan kişinin de bir CHP’li, üstelik İvriz Köy Enstitüsü çıkışlı bir bakan olmasıdır.
İsmet Baş (Yayına hazırlayan Niyazi Altunya), Gönen Köy Enstitüsü ve Sonrası, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, 2014 İzmir.
Bu iki katlı ahşap bina, 1888’de bir ağa konağı olarak yapılmış, sonradan rüştiye, ortaokul, kız sanat enstitüsü olarak kullanılmış 1955-1968 arasında ilköğretmen okulu olarak hizmet vermiş,1969’dan itibaren de bir süre çeşitli adlar altında eğitim hizmetlerinde kullanıldıktan sonra -korunması gerekli bulunmayarak- yıkılmıştır.