Torunu yanına geldiğinde her zamanki koltuğuna oturmuş Avrupa Güreş Şampiyonası’nı izliyordu. Çocukluğundan beri severdi güreşi ve güreşçiyi. Onun için güreş hem güç, hem yetenek, hem de bunların en üst düzeydeki uyumu demekti. Bu nedenle hiç kaçırmazdı bu tür karşılaşmaları.
-“Dede, ben de seninle izleyebilir miyim?” diye sordu torunu. Tabii ki izleyebilirdi, hem de büyük zevk alırdı birlikte izlemekten. Hemen koltuğun bir tarafına sıkışarak torununu boşalttığı yere oturttu. Biraz sıkışmanın da etkisiyle, birbirlerinin sıcaklığını ve yumuşaklığını hissettiler. Bu daha da hoşlarına gitti. Dede, kendine doğru çekip hafifçe sıktı torununu. Bir sevgi gösterisi olduğunu bildiği için kedi gibi mırıldayarak daha da sokuldu yavrucak.
-“Dede, sen hiç şampiyon güreşçi tanıdın mı? Anlatsana!
Tanımıştı, tanımaz olur muydu? 1968’de Ahmet Ayık ve Mahmut Atalay Dünya şampiyonu olup Çorum’a geldiklerinde karşılamaya gitmiş, hatta Ahmet Ayık’ı uzunca bir süre omuzlarında taşımıştı. Ancak şu anda aklına gelen bunların hiçbirisi değildi. Film şeridi gibi gözünün önünden geçen, bambaşka bir güreşçinin yaşam öyküsüydü.
Torununa dönerek: -“Birçok şampiyon güreşçi tanıdım tabii. Ama bugün sana anlatmak istediğim şampiyon olamamış, daha doğrusu şampiyon olması istenmemiş bir güreşçinin, Kedi Pehlivan’ın öyküsü. Anlatmamı ister misin?” diye sorduğunda, film şeridinin içindeki karelerin hepsi de düzgünce sıralanarak anlatılmaya hazır hale gelmişti.
-“Kedi Pehlivan mı dedin? O ne biçim isim böyle? Çok merak ettim dedeciğim, ne olur, hemen başla.”
Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini sanki aklından geçenleri görecekmiş gibi boşluğa dikip tane tane anlatmaya başladı: -“Fakir bir köyün, gariban bir ailesinin çocuğuydu. Aslında Recep’ti onun adı ama bunu pek de kimse bilmezdi. Çünkü annesi de dâhil herkes “Kedi” diye seslenirdi. O da öylesine alışmıştı ki, bu şekilde çağırılmaya, gerçek ismiyle bağırsanız dönüp bakmazdı bile.
Kısa bir süre nefeslenip devam etti: -“Henüz beş yaşındayken tanıdım onu. Ufak tefek, gözleri fıldıl fıldır, sevimli ve cin gibi bir çocuktu. Babasıyla birlikte bahçeden geliyorlardı. Beni görünce biraz yavaşlayıp babasının arkasına saklanır gibi yapınca, babası kolundan tuttuğu gibi yanıma sürükledi ve beni göstererek; -“Niye saklanıyorsun oğlum, şurada kaldı bir yılın. Gelecek Eylül ayında okula başlayacaksın ve bu korktuğun adam da senin öğretmenin olacak.” diyerek yanıma getirdi. Ben de çocuğun başını okşayarak: -“Senden önce iki kardeşini okuttum. Sor bakalım onlara kötü bir şey yapmış mıyım? Seni de okutacağım, benden korkulur mu?” diyerek ona cesaret verdim. Sonra da babasına dönerek: -“Abilerini kendin gibi pehlivan yetiştirdin. Bunda da var mı aynı yetenek? Diye sordum. Hafifçe gülümseyerek cevap verdi: -“Hocam, bizim aile yüzlerce yıldır pehlivanlıktan geçinir. Bu bize Allah’ın verdiği bir yetenek. Dedem Recep Pehlivanın bu çevrede kolunu bükecek kimse yoktu. Onun için buna dedemin adını verdim. Ayrıca bu çocukta bizim hiç birimizde olmayan bazı şeyler de var. Bir güreşçi olarak bunu hissedebiliyorum. İstersen sana bir şey göstereyim de ne dediğimi daha iyi anlarsın.” diyerek oğluna seslendi: -“Kedi gel buraya.” Çocuk yanına gelir gelmez de iki elini bir eliyle, iki ayağını da diğer eliyle tutarak kendi omuz hizasına kadar sırt üstü kaldırdı ve “Dur, ne yapıyorsun?” demeye fırsat bırakmadan bırakıverdi. Çocuk, sert toprağın üzerine sırt üstü düşmek üzereyken, nasıl yaptıysa havada döndü ve elleriyle ayaklarının üzerine düştü. Bunu nasıl yapabildiğine şaşırıp kalmıştım. Babasının yüzüne soran gözlerle baktığımda şunları söyledi: -“Bilirsin, kedileri hangi yükseklikten atarsan at, mutlaka ayakları üzerine düşer. Bu özellik pehlivanlar için çok önemlidir, çünkü güreşte pehlivanın göbeğine güneş değmemesi gerek. Bu nedenle henüz bebekken kediyi havadan bırakıp bunu nasıl yaptığını görmesini sağladım. Sonra da aynı şekilde onu bıraktım. Önceleri kütük gibi sırt üstü düştü ama kısa zamanda kedi gibi havada dönmeyi öğrendi. Zaten ona kedi dememizin nedeni de bu...”
Torunu, şaşkın bir ifadeyle araya girdi:
-“Gerçekten mi havada dönüyordu? Bunu yapabilmek için herhalde çok çalışmış olmalı.” -“Tabii ki öyle. Ama bunu yapabilmesi güreşirken gerçekten büyük avantaj. Güreşte, ‘bacak kilidi’ denilen bir oyun vardır. Rakibinin bacaklarını birbirine doladıktan sonra sen dönünce, o da yerde dönmek zorunda kalır. Çünkü dönmezse beli bile kırılabilir. Dönerken, kısa bir an da olsa sırtı yere değdiği için karakucak güreşinde yenilmiş sayılır. Minderde ise sana en azından iki puan kazandırır. İşte bu çocuk bacaklarını döndürseniz de belden yukarısını döndürmeden durabiliyor ve bu puanı vermiyordu. ”
Bir an duraksayıp yarısı dolu bardaktan bir yudum su aldıktan sonra anlatmaya devam etti: -“Görür görmez içim ısınmıştı çocuğa. Bu nedenle de öğretmenliğini yaptığım beş yıl boyunca hep özel öğrencilerimden biri oldu. Aslında beni en çok uğraştıranlardan biri olduğu için onu pek sevmemem lazımdı ama dedim ya içim ısınmıştı bir kez. Güreşe ne kadar yetenekliyse, okumaya karşı da o kadar duyarsız ve yabancıydı. Öyle ki okuma-yazmayı ancak ikinci sınıfın sonunda öğrenebildi. Belli ki beyni sadece güreş için programlanmıştı. Köy düğünlerinde kendisinden birkaç yaş büyük çocukları birkaç dakikada sırt üstü deviriyor, bunu yaparken de kimsenin bilmediği oyunları uyguluyordu. Zar zor beşinci sınıfı bitirdiğinde, babası belki açılır ümidiyle, yakın köydeki ortaokula gönderdi ama ilk yıl sınıfta kalınca kaydını sildirdiler. O da kendini tamamen güreşe verdi. Bu arada şöhreti çevre köylere yayılmıştı ve kendisinden iki-üç yaş büyük gençler karşısına çıkamıyordu. Ayrıca serpilip büyümüş, yakışıklı bir genç olmuştu.” “Yaz döneminde il merkezinde düzenlenen festivalde karakucak güreşlerinin de yapılacağını duyunca, onun da katılması için köye haber gönderdim. Babasıyla birlikte gidip başvurduklarında kulüp güreşçileri onlarla dalga geçmişler. Ancak güreşler başlayıp da bizimki diğerlerini teker teker tuşlamaya başlayınca herkesin fikri değişmiş tabii. Son güreşini kendisinden üç-dört yaş büyük ve en az yirmi kilo daha ağır biriyle yapıp onun göbeğini de güne getirince Vali çok duygulanarak gelip alnından öpmüş ve adet olmadığı halde halktan parsa toplamasına izin vermiş. (parsa: Güreş bittikten sonra izleyenlerin güreşçiye yaptığı bağış) Ayrıca güreş kulüplerine ‘bu çocuğu köye geri göndermeyin, minder güreşini öğretin’ diye de emir vermiş.”
Torunu da kendisi gibi o günleri yaşıyormuşçasına kımıl kımıldı. Heyecanla söylendi:
-“Oh ne güzel. Artık iyi bir güreş eğitimi alabilir.” -“O kadar iyimser olma evlat. Güreş antrenörlerinin o güne kadar yetiştirdiği tüm güreşçileri, köyden gelip de teker teker samanların içine gömen birisine karşı pek de iyi niyetli olmaları beklenemez. Nitekim Vali korkusuyla kulübe kaydını yapmışlar ama hem dışlamışlar, hem de çok kötü davranmışlar. Öyle ki bir ay sonra bırakıp köye dönmek zorunda kalmış.”
Torunu, kendisini suçlar bir ifadeyle gözlerine bakarak sordu:
-“Yazık. Sen neden yardımcı olmadın Dede? -“Yaz tatili dönemi olduğu için köye döndüğünden haberim bile olmadı. Unuttuğun bir şey var. TV’nin, ev telefonlarının hatta köylerde elektrik, su ve yolun bile olmadığı 1970’li yıllardan söz ediyoruz.
-“Doğru, ben bunu düşünmemiştim. Peki, sonra ne oldu?” -“Olayları Eylül ayında köye dönünce öğrendim. Bu arada da Kedi Pehlivan iyice büyümüş ve çakı gibi bir delikanlı olmuştu. Doğal olarak da köydeki kızların ilgisini çekiyordu. En büyük korkum da buydu zaten. Çünkü köyde evlilik yaşı çok küçüktür. Yirmili yaşlara gelip de evlenmeyenlere evde kalmış gözüyle bakılır. Onun da birilerine kapılıp evlenmesinden korkuyordum. O zaman aile sorumluluğu omuzlarına binip de geçim telaşı başlayınca, para kazanmak için gurbete çalışmaya gider, güreş de ikinci plana itilirdi. Köylük yerde sırf bu nedenle kaybolup giden pek çok yetenek olmuştur. Bu nedenle ‘Geç kalmadan ne yapabilirim?’ diye düşünürken, aklıma bir fikir geldi. Hemen oturup birisi Hürriyet gazetesine, diğeri de gazetenin ulaştırması dileğiyle o günlerdeki Milli Takım Teknik Direktörü Muharrem Atik’e iki mektup yazıp gönderdim. Büyük ümitlerle aylarca beklememe rağmen hiçbirisi de ilgi göstermedi. Bu kez de PTT’deki şehirlerarası rehberden adreslerini bulup güreş kulüplerine mektuplar yazmaya başladım. En sonunda Ankara’daki MKE Ankaragücü adlı bir güreş kulübünden çağrı mektubu geldi.”
-“Nihayet ilgi gösteren birileri çıktı desene dedeciğim?” -“Evet, nihayet çıktı. Ancak babasıyla gittikleri Ankara’dan kayıt yaptıramadan geri dönmek zorunda kaldılar.”
-“Niye ki? Bu kez ne oldu?” -“Kulübün, bu çocuğu kaydedip oradaki ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için okulunda başarılı bir öğrenci olması şartı varmış. Ama bizimki o alanda hiç yok. Doğal olarak kayıt yapmamışlar. Çocuk; ‘Beni başarılı öğrencilerinizle güreştirin.’ diye yalvarıp ağlamış ama dinleyen bile olmamış. Ancak, antrenörlerden birisi: ’Seni gözüm tuttu, şu tarihte seçmeler var. Herkes katılabilir. O gün gelip beni bul.’ demiş.”
-“Meraktan öleceğim Dede. Çabuk anlat, sonra ne oldu?” -“Ne mi oldu? O tarihte katıldığı seçmelerde önüne gelenin sırtını hem de birkaç dakikada yerden yere vurmuş. Karşısına kimi çıkardılarsa başa çıkamamışlar. Ancak, daha önce başına gelen olay burada da yinelenmiş ve dağdan gelen birinin kendi öğrencilerini yenmesine içerleyen antrenörler, bizimkini dışlamışlar. Kedi’yi oraya çağıran çalıştırıcı ise greko-romenciymiş. Yani belden aşağısının tutulması yasak olan güreş antrenörüymüş. Böylece bizim Kedi Pehlivan da greko-romen güreşçisi olmak zorunda kalmış.
-“En azından bir çalıştırıcısı oldu ya.” -“Evet, bu açıdan sevindirici diyebiliriz. Milli takım seçmelerine on beş gün varmış ve bizimki bu on beş gün içinde öğrendiği greko-romen güreşinde, seçmelerde birinci olup milli takıma seçilerek Balkan Şampiyonası’nda ülkemizi temsil etme hakkı kazanmış.”
-“Yaşasın, en sonunda başardı işte!” -“Evet, öyle de denilebilir. Romanya’da yapılan Balkan şampiyonasında yarı finalde güreştiği Bulgar güreşçiye eski alışkanlığıyla belden aşağı oyun yaptığı için iki ihtar alarak güreşi kaybetmiş ve Balkan üçüncüsü olmuş. Türkiye’ye döndüklerinde ise kendisini bırakmak istemeyen antrenörüne yalvarıp yakararak bir ay izin koparmış ve köyüne dönmüş.”
-“Niye dönmek istemiş ki?” -“Niye olacak, kör olası para için. Sonbahar, düğün mevsimidir ve köy düğünlerinde güreş yapılır. Bunun için de düğününe göre hatırı sayılacak ödüller konur. İşte bizimkinin izin almasının nedeni de bu ödül. ‘Biraz para biriktirip anamı-babamı rahatlatayım.’ diyerek almış izni. Aslında asıl nedenin, köyde sevdiği kızla evlenebilmek için düğün parası biriktirmek olduğu da söylenir.”
-“Bir şey mi oldu yoksa Dede? Söyleyiş tarzından sanki öyle anlaşılıyor. Lütfen korkutma beni.” -“Sabırlı ol evlat. Zaten sona yaklaştık. Köye döner dönmez tüm güreşlerde birincilik ödüllerini kazanması, çevredeki diğer pehlivanlar arasında pek de hoş karşılanmazmış tabii ki. O çevrede bu ödülleri alabilecek pehlivan sayısı zaten belli ve herkes birbirini tanıyor. Bunlar arasında da müthiş bir rekabet ortamı var ama işin içine bizim Kedi girince hepsi de avucunu yalamak zorunda kalıyor.”
Öykünün en can alıcı yerine gelmişti. Torununun meraklı bakışlarına gülümseyip yumuşacık saçlarını okşadıktan sonra yeniden gözlerini boşluğa dikti ve devam etti: -“İşte o günlerde uzakça bir köyde büyük bir düğün olduğu ve yapılacak güreş için de yüksek bir ödül konulduğu haberi gelmiş. Diğer pehlivanlar bizimkini dışlayarak düğüne gitmek için bir araç kiralamışlar. Kedi de bunu duyunca onların yanına giderek kendisini de götürmelerini istemiş ama o giderse elleri boş kalacağı için bunu kabul etmemişler. O da kendisine ayrı bir araç kiralamış.”
-“Ne olur dede, bir olumsuzluk olmasın.” -“İki araç peş peşe yola koyulmuşlar. Bir süre sonra şiddetli bir yağış başlamış. Derelerden sel akıyor, bunların gidişini zorlaştırıyormuş. Derken bir dereden geçmeleri gerekmiş. Öndeki araç minibüs olduğu için geçmiş ve durup bunların geçişini beklemeye başlamış. Kedi’nin bindiği aracın sürücüsü ise, ‘buradan geçemeyiz, selin azalmasını beklememiz gerek.’ deyince güreşi kaçırmak istemeyen bizimki ‘Bak, gör; ben yayan bile geçerim buradan.’ diyerek kendini selin ortasına atmış ama birkaç adım sonra dengesini kaybederek sulara gömülüp gözden kaybolmuş.”
-“Ne diyorsun, Dede? Koca pehlivan gitti mi yani?” -“Hem de ne gitme? Ölüsünü bir saat kadar sonra bulduklarında, sel sularının, giysilerini parçalayıp soyduğunu ve çırılçıplak bıraktığını görmüşler.”
-“Peki, hiç yüzme bilmiyor muymuş? O boğulurken diğer arkadaşları kurtarmak için hiçbir şey yapmamışlar mı?” -“Bu soruna doyurucu bir cevap verebilmek için sana madalyonun diğer tarafında yazılan farklı bir senaryoyu daha anlatayım evlat.”
Çocuk, daha bir sokuldu dedesine ve gözleri daha bir merakla bakmaya başladı. -“Derler ki, aslında minibüs de geçememiş ve hep birlikte araçlardan inip derenin kenarına geldiklerinde, tüm ödülleri her zamanki gibi yine bizimkinin alacak olmasını içine sindiremeyen ve gittikleri yerden de eli boş döneceklerini düşünen pehlivanlardan birisinin itmesi sonucu Kedi suya düşmüş ve diğerleri onun boğulmasını seyretmiş.”
-“Ne diyorsun Dede, bu bir cinayet!” -“Tabii ki cinayet. Ama oradakilerden birisinin gerçekleri anlatmadığı sürece hiçbir zaman aydınlatılamayacak bir cinayet.”
-“Peki Dede, sen bunlardan hangisine inanıyorsun?” -“Ne fark eder ki evlat? Öyle ya da böyle geleceğin dünya ve olimpiyat şampiyonlarından birisi yok olup gitmiş işte. Beni asıl kahreden bu. Zaten bu tür değerler ender yetişiyor, yetişenler de böyle pisipisine kaybedilince asıl buna üzülüyor insan. Düşün ki, Kedi Pehlivan öldüğünde henüz on sekizindeydi ve en az on beş yıl ülkemizin bayrağını en tepeden aşağıya indirmezdi. Sabahtan beri TV’de güreşçilerimizi izliyorum. Mindere çıkan beş güreşçimizden dördü mağlup olup elendi. Bunların hiçbirisi Kedi Pehlivan’ın ayağının tırnağı bile olamaz.” -“İnan ki çok üzüldüm Dede.” diye söylendi torunu. Dedesinin de hüzünlenip iç geçirdiğini fark ettiğinde göğsüne daha bir sevecenlikle sokuldu. Bugün onun bir başka yönünü daha öğrenmişti ve kim bilir, henüz hiç kimselere anlatmadığı daha nice öyküler ve nice hüzünler vardı o yaşanmışlık dağarcığında?