KERPİÇ

Hasan Ali Kalayoğlu

 

            Tam kahvaltıdan kalkmak üzereydi ki muhtarın cami hoparlöründen gelen cızırtılı ve biraz da öfke kokan sesi duyuldu:
            -“Haydi, komşular, geç kalmayalım! Her evden bir kişi eline küreğini alıp cami önüne geliversin.”
            Yavaş yavaş doğrulurken, dizlerinden gelen çıtırtıları duyabiliyordu. Eeee, yaşlanmıştı artık; şaka değil, 60’ına merdiven dayamıştı. Köylük yerde bu yaş, yolun sonuna gelindiğinin göstergesiydi. Yaşıtlarının yarıdan çoğu daha şimdiden karşı mezarlıkta yerlerini kapmışlardı bile… Kendi adına dert etmiyordu ölümü, -etse de bir işe yaramıyordu ya zaten- vadesi yetince gitmeye hazırdı. Ancak o ölürse 42 yıldır aynı yastığa baş koyduğu Teslime’si ne olacaktı? Ona kim bakar, kim yardım ederdi? Asıl tasası buydu.
            Göz ucuyla sofrayı kaldıran eşine baktı. O da çökmüştü kendisi gibi, hareketleri de iyiden iyiye ağırlaşmıştı. Oysa evlendiklerinde taşı sıkınca suyunu çıkarırdı… Birden aklı o yıllara kaydı. Teslime, babasının en son, yani sekizinci kızıydı. Adam, oğlum olsun diye diye yedinci kıza ulaşınca adını “Yeter” koymuş ama gene duramamış, sekizinci de kız olunca teslim bayrağını çekerek kızına “Teslime” adını vermişti. İşte bu Teslime, büyüyüp de bir gün kendisine cilvelice bakınca aklı başından gitmiş, yaşını başını sormadan alıp kaçırıvermişti. İlk gece Teslime’nin çıkınına koyduğu azıkla karınlarını doyurup dağda yatmışlar, ertesi gün yabana gelin giden halasının köyüne varıp ona sığınmışlardı. Hey gidi günler hey! Halası, hem kendi evini ararlar diye onları komşunun evinde saklamış, hem de gizlice köyüne haber göndermeyi ihmal etmemişti. Babasının, Teslime’nin babasıyla anlaşıp da onları almaya geldiğinde söyledikleri dün gibi aklındaydı:
            -”Lan oğlum, madem bu haltı yiyecektin, üç ay daha sabredip kızın yaşının dolmasını bekleyemedin mi? Ne edeceğim, nerden bulacağım ben şimdi babasının istediği 15 bin gayma başlığı?
            Gerçi aklına gelmemişti ama gelse de bekleyemezdi. Köylük yerde vakti gelmiş kızı fazladan bir gün bile durdurmak riskliydi. O götürmezse bir başkası alıp gidiverirdi yoksa. O günlerin Teslime’si de buna değerdi hani. İçi titreyerek baktı kaşık düşmanına. Aradan geçen bunca yılda, o adım attığında yeri titreten deli bakışlı Teslime gitmiş, yerine karşısında inim inim inleyen, beli bükük, gözünün feri kaçmış bir kocakarı gelmişti sanki.
            “Biz de ölürsek, “Tekkol” soyadını taşıyan kimse kalmayacak.” diye düşündü. Rahmetli dedesi Çanakkale’de bıraktığı kolu için almıştı bu soyadını ama sürdürecek kimse kalmıyordu ki... “Bir oğlumuz olsaydı soyadımızı yaşatırdı; en azından kız da olsa bir çocuğumuz olsaydı, böyle erken çökmezdik. Kıyımızı, köşemizi toplar, elimize bir bardak suyumuzu bari verirdi.” diye söylendi. Ama olmamıştı işte; Yaradan, evlat sevincini esirgemişti onlardan. O nedenle de, yıllardır birbirlerinin hem eşi, hem yoldaşı hem de bir bakıma evladı olmuşlar, sürüklenip gelmişlerdi bugüne.

***

            Teslime’nin, içine çökelek koyduğu yufka dürümünü mendiline sararak beline bağladıktan sonra “Hadi bana eyvallah!” deyip avluya indi. Duvara dayalı küreği alıp cami önüne geldiğinde, köylünün de yavaş yavaş toplanmakta olduğunu gördü. Böyle işlere genellikle evin küçüğü gittiği için daha çok gençlerdi gelenler; onun yaşlarında birkaç kişi ancak vardı. “Eeee, bir oğlum olsaydı, ben de onu gönderirdim.” diye aklına gelince de hafifçe iç geçirmesini engelleyemedi.
            İmece vardı bugün, mezarlığa gidip kerpiç dökeceklerdi. Şimdiden hazır etmezlerse kışın ölenlerin cenazesini gömerken mezara dizecekleri kerpici bulamazlardı. Birkaç yılda bir, güz yağmurları başlamadan imece yaparlar, kerpiçleri döküp kuruttuktan sonra da mezarlığın kıyısına yığarak üstünü örterlerdi. Bu işi ne zamandan beri imeceyle yaptıklarını bilmiyordu ama güzel bir gelenekti doğrusu. Cenazesi olanlar o acılı haliyle bir de bu işle uğraşmak zorunda kalmaz, kerpiçler önceden hazırlanıp istiflendikten sonra birilerinin ölmesini beklerdi. O birileri de kendileriydi zaten. Aslında herkes kendi mezarında kullanılacak kerpici ölmeden önce yine kendisi hazırlıyordu. Garip bir durumdu ama gerekliydi de... 
            Mezarlığa vardıklarında İhtiyar Heyeti iş bölümü yaparak köylüyü gruplara ayırdı. Bir kısmı samanla karıştırdıkları toprağı çamur haline getirirken, diğer kısmı bu çamuru kerpiç kalıplarına döküyor, geri kalanlar da dereden su taşıyorlardı. Yaşlı olması nedeniyle, daha az yorucu olan kalıp dökme işine ayırdılar onu. Alışkındı böyle işlere. Hem köylü dediğinin elinden her türlü iş gelmeliydi ve gelmek zorundaydı da. Yoksa ikide bir adam tutup bir de yevmiye verirlerse içinden çıkamazlardı bu ölümlü dünyanın. Kalıbı çamurla iyice doldurup sıkıştırdıktan sonra yavaşça yukarı çekince kerpiçler biçimlice ortaya çıkıyordu. Çamurun içindeki saman kerpicin kalıptan çıktıktan sonra bozulmasını önlüyor, kırılıp yarılmadan öylece kurumasını sağlıyordu.
            İş fazla yorucu değildi ama yine de terlemişti. Kalıbı yere bırakıp etrafına göz gezdirdi. Herkes büyük bir istekle çalışıyor; konuşmalar, gülüşmeler birbirine karışıyordu. Genelde birbirleriyle iyi geçinirlerdi; aralarında dargın ya da mahkemede davalı olanların sayısı yok denecek kadar azdı. Öyle her şey için davalık olmazlar, çoğunu kendi içlerinde hallederlerdi. Seviyordu köyünü ve insanlarını.
            Komşusunun, biraz ilerdeki taze mezarın başına çömelerek dua ettiğini gördü. Geçen ay ölen babasının mezarıydı ve hazır buradayken iki dua okuyuvereyim diye düşünmüş olmalıydı. “Akşam eve gitmeden önce ben de bizim mezarlara uğrayayım” diye düşünürken birden içi cız etti.  Öyle ya, onlar öldüğünde kim gelip de okuyacaktı başlarında; kim düzeltecekti mezarlarını? Teslime’si önce ölürse sorun yoktu, o yapardı tüm bunları ama ya tersi olursa? “Ne yapalım yani, bizim mezar da okunmadan kalıversin.” deyip öfkeyle tükürdü yere.  
            Çocuklarının olmasını çok istemişler ama niye olmadığının ya da hatanın kimde olduğunun üzerine pek de fazla gitmeyip “Demek ki Allah, böylesini uygun gördü.” diyerek durumu kabullenivermişlerdi. Birkaç kez doktora gitmeyi ya da Şıhköy’deki yatıra kurban kesmeyi düşünmüşler; ancak ya parasızlıktan ya da zamansızlıktan bir türlü gidememişlerdi. “Nedense kafayı takmadık; taksaydık para da bulunurdu, zaman da.” diye düşündü ve artık geç kalmış olmanın pişmanlığıyla “demek ki nasip değilmiş” diye yüzünü buruşturup yeniden çalışmaya koyuldu.
            Muhtarın “Yemek molasıııı!” diye ünlemesiyle yeniden doğrulduğunda öğle olmuştu. Mezarın birine sırtını dayayıp serin toprağa bağdaşı kurduktan sonra, belindeki azık çıkınını çözerek önüne yaydı. Taze yufka ekmeğinin mis gibi kokusu karnının ne denli acıktığını anlamasını sağlamış, belinde sarılı unuttuğu için hilal şeklini almış dürümü iştahla ısırmıştı. Gençlerden birinin dağıttığı serin yayık ayranından da bir yudum alınca lokmanın ağzında eriyiverdiğini hissetti. Birkaç dakika içinde dürümü bitirmiş, üstüne de bir cigara tellendirmişti bile. Her zaman içmezdi aslında, bazen bir paketin haftalarca cebinde gezdiği olurdu ama böylesi zamanlarda yakmayı kendisine bir ödül olarak kabul ederdi nedense.
Akşama kadar mezarlığın henüz boş olan tarafı sıra sıra yeni dökülmüş kerpiçlerle dolmuştu. Eğer on gün kadar hava açık gidip de kerpiçler kuruyup toplanabilirse birkaç yıl yeterdi onlara. Zaten bir yılda kaç kişi ölüyordu ki köylük yerde, bilemedin on ya da on beş. Bir mezara elli–altmış kerpiç kullanılsa en az otuz–kırk cenazeye yeterdi bugün dökülenler.
            Paydos saati gelince ana-babasının mezarlarının olduğu tarafa yöneldi. Kurban Bayramı’ndan beri gelmemişti. “Esselamın Aleyküm ya Mevta” diyerek iki mezarın arasına çömeldi. Bildiği birkaç sureyi okuduktan sonra dua da ederek aminleyip mezarların üstüne doğru üfledi. Sonra da kenarlara ürkmüş toprakları kürekle toplayıp yeniden üstüne atarak mezarları biraz daha yükseltti. Ara sıra böyle yapılmalıydı ki kaybolup gitmesin. Aslında en iyisi yavaş yavaş kaybolması derlerdi ama yine de içi rahat etmiyordu insanın.  
            Yeniden doğrulurken kendi öldüğünde nereye yatacağı düşüncesi geldi aklına. Şöyle bir etrafına bakınınca babasının ayakucunda hem kendine hem de Teslime’sine yetecek tam da iki mezarlık bir yer olduğunu görünce; “Hadi bakalım iyisin, yatacağın yeri de buldun işte.” diye mırıldanarak gülümsedi. Önümüzdeki baharda tam ortaya bir salkım söğüdü dikerse gölgesinin dört mezarı da örteceğini düşünerek bunu yapmaya karar verdi. Biraz ilerde ayran güğümlerini toplayan delikanlıyı çağırarak: “Bak yiğidim, benim ve Teslime Ana’nın mezar yeri burası. Öldüğümüzde bizi buraya gömün.” diye tembih ettikten sonra bu işi de halletmenin verdiği rahatlamayla köye yöneldi. Böyleydi gelenek, köyde herkes nereye gömüleceğine kendisi karar verirdi.

***

            Sonraki günler istedikleri gibi güneşli geçmiş, kerpiçler tıkır tıkır kurumuştu. Muhtarın çağrısıyla yeniden imece yaparak henüz buram buram taze toprak kokan kerpiçleri toplayıp üst üste istiflemeye başladılar. İstif bitince yağıştan korumak için üzerine boş gazyağı tenekelerini açarak yaptıkları örtüyü seriyor, en üste de rüzgârda uçup gitmesin diye büyük taşlar koyarak sağlamlaştırıyorlardı. Bu iş, kerpiç dökümüne göre daha kolaydı. Ayrıca köyde düğün vardı ve öğleden sonra komşu köylerden düğüne okunan misafirler gelecekti. Bu nedenle biraz da acele ederek öğleye kadar işi bitirip köye döndüler.
            Akşam yemeğinden sonra canı azıcık kestirmek istedi ama buna vakit yoktu. Çünkü kadınların düğünü daha geniş olduğu için onların avlusunda yapılacaktı. Bu nedenle de hiç canı istemediği halde evden erken çıkmak zorunda kaldı. Kadın milleti dediğin oynama dertlisiydi. Az sonra avluya doluşup Kör Süleyman’ın çaldığı havalara uyarak göbek atmaya başlarlardı. Gençlerin kız beğenmek için gizlice gözetlemesi dışında, erkeklerin kadın düğününe yaklaşması köylük yerde yasaktan da öte çok ayıp sayılırdı. Sadece Kör Sülük girebilirdi onların arasına.
            Gece evden çıkma âdeti olmadığı için kapının önünde durup bir an nereye gidebileceğini düşündü. En iyisi düğün evine gidip hayırlı olsun demekti. Çocukları olmadığı için hiç kimsenin onlara hayırlı olsuna gelmeyeceği aklına gelince de; “O da eksik kalıversin canım.” diye homurdanarak düğün evine yöneldi. Köy çeşmesinin yanından geçerken yüzüne birkaç kez su çarparak uykusunu dağıttı.
            Düğün evindeki kalabalıktan çabucak sıkılmıştı ama eve gidemediği için bir yerlerde biraz daha oyalanması gerekiyordu. Birkaç aydır düğün olmaması nedeniyle iyice kurtlanan kadınların bunların hepsini dökmeden dağılmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu. Kör Sülük’ün sazıyla sözüne onların gürültüsü de eklenince yeri göğü inletiyorlardı. “Biraz da gençleri seyredeyim.” diyerek düğün evinden çıkıp sinsin alanına yöneldi. Gençler, yaktıkları ateşin üstünden atlayarak sinsin oynuyor, peşi peşine duyulan silah sesleri ise damadı ne kadar önemsediklerini haykırıyordu sanki. Sevdikleri arkadaşlarının düğününde daha çok silah atardı gençler. Tam samanlığın köşesine gelmişti ki, silah seslerinin yoğunlaşmasından damadın arkadaşlarının omzunda sinsin yerine getirildiğini anladı. Bu anın şerefine, herkes silahın namlusunu havaya kaldırarak üst üste tetiğe basıyordu. Gece karanlığında silahlardan çıkan mermilerin namlunun ucunda bıraktığı kızıllık her yanı sarmıştı.
            İşte tam o anda olup bitiverdi her şey. Silahı tutukluk yapınca namluyu aşağı indirip yeniden tetiğe basan acemi bir gencin serseri kurşunu göğsünün sağ tarafına saplandığında samanlığın köşesini yeni dönmüştü. Bir an öylece donup kaldı. Vurulmuştu, hem de tam göğsünden. Samanlığın koluna tutunmaya çalıştı ama gücü birdenbire tükenivermişti. Tıpkı bir ağaç kütüğü gibi yüzünün üstüne yere kapaklanırken hırıltıya benzer bir ses çıktı boğazından. Kör karanlıkta ne düştüğünü gören oldu, ne de iniltisini duyan. Sürünerek açıklığa ulaşmaya çalıştı ama kımıldayamadı bile. Son nefesini verirken aklına gelen ise, mezarı için gerekli kerpiçlerin hazır olduğuydu. Teslime’si bile aklına gelmezken kerpiçlere takması hafifçe gülümsetti onu ve öylece de kalakaldı. Cesedini bulduklarında da dudaklarında aynı gülümseme vardı zaten.
            Ertesi gün mezarını babasının ayakucuna, tam da bir gün önce gösterdiği yere kazarken; “Hiç fark edemedik ama demek ki Allah’ın sevgili kuluymuş. Daha dün göstermişti gömüleceği yeri, herhalde öleceği içine doğmuş.” diyerek onu takdirle andılar.
            Mezarını örerken kullandıkları kerpiç ise kendi elleriyle döküp istiflediği, henüz buram buram toprak kokan taze kerpiçlerdi. 

shaml web counter

 

GERİ