çorum ilköğretmen okullular

 

 
SEN AĞLARSAN

                Öykü:
                Osman ÇEVİKSOY

                “Nasılsın yavrum?” diyorsun, “İyiyim anne!” diyorum. “Sesin biraz değişik geliyor…” diyecek oluyorsun, “Telefondandır!” diyorum. İnanıyorsun. Sonra gelinini, torunlarını soruyorsun. “Hepsi iyiler, hepsi işlerinde güçlerindeler…” diyorum, inanıyorsun. 

                Sen bana hep inandın anne. Doğru da söylesem, yalan da söylesem inandın. Yalan söylediğimi bilsen bile yalanımı yüzüme hiç vurmadın. Ben söylüyorsam, o yalan söylenmesi gereken bir yalandır diye düşündün, yalana değil bana inandın anne. Ve her defasında beni affettin. İşte bir kere daha inanıyorsun. Beni bir kere daha affetmen gerekecek. Çünkü gelinin, torunların, kimse iyi değil anne, kimse işinde gücünde değil, hepsi benim peşimde…

                Ben, hepsini birden korkuttum anne. Beni kaybetmekten, babasız, dedesiz kalmaktan korktular. Az kaldı, sen de küçük oğulsuz kaldığın gibi bir de büyük oğulsuz kalacaktın. İkinci defa oğulsuz kalmaya dayanabilir miydin anne? 

                Hiç beklemiyorduk, birden bire çıktı. Her şey öyle hızlı gelişti ki neye uğradığımızı hiç birimiz anlayamadık. Gözümü açtığımda anjiyo masasındaydım. Aklıma sen geldin anne. Senin adına, kriz sırasında ölmediğime sevindim. Bunca acıdan üzüntüden sonra bir de benim acımı yüklenip ağlamayacaktın. Buna çok sevindim anne. Sonra başka bir masaya götürdüler beni. Bir kere daha gözümü açtığımda yoğun bakımdaydım. Kimseye darılma güzel annem. Bunu, senden saklamalarını ben istedim. Gözümü her açtığımda “Anneme duyurmayın!” dedim. Duyurmadılar. Duysan ne yapacaktın ki… Üzülüp ağlamaktan başka elinden ne gelecekti ki…  

                İki gün sayısız kablolarla makinelere bağlı kalarak, her dakika ateşime, tansiyonuma, nabzıma, kan değerlerime, adını bilmediğim daha başka değerlerime bakılarak yaşadığımı sana hiçbir zaman anlatmayacağım anne. Beni, bir an bile olsa, her yanından kablolar, hortumlar çıkan, kıpırdamaya mecali kalmamış bir evlat olarak hayal etmeni istemem. Buna güç yetirmen kolay olmaz. Çok darda kalırsam “Duvarın öte yanına gittim, döndüm!” diye özetleyiveririm. Sonra lafı karıştırır, konuyu değiştirir, anlatmaktan kurtulurum. 

                Servise çıkıp odama yerleştikten yarım saat sonra seni arattım anne. En büyük korkum duygulanmaktı. Duygulanınca sesim titriyor, hemen ağlamaklı hale geliveriyordu. Böyle bir ses seni yıkardı anne.

                Korktuğumu yaşamadım. Bir yerleri kesilmiş, biçilmiş, dikilmiş, henüz tehlikeli dönemi atlatmamış bir hasta gibi değil de bütün işleri yolunda giden, hiçbir problemi olmayan, sağlıklı, soğukkanlı, hatta biraz da duygu yoksunu bir erkek gibi konuştum.
                “Hepsi iyiler anne, hepsi işlerinde güçlerindeler.” deyince, benimle ilgili rüyanı anlattın.

                Çocukmuşum, Yukarışık’ın dere yatağında, kumlar üzerinde yaşıtım iki çocukla oynuyormuşum. Hava açık, gökyüzü pırıl pırılmış. Yağmur yaş yokken, yukarıdan aşağı öyle bir sel geliyormuş ki önüne ne çıkarsa yutuyor, sürüklüyormuş. Gök gürültüsüne benzer bir uğultuyla ve hızla yaklaşıyormuş. Yaşıtlarım, selin yaklaşmakta olduğunu görmüşler, korkuyla kenara kaçmışlar. Bir ben kalmışım dere yatağında. Lastik ayakkabımın tekine kum doldurmuş kamyonculuk oynuyormuşum. Öyle dalmışım ki ne seli görüyor, ne sesini duyuyormuşum. Ağzımla kamyon sesi çıkararak kum taşımaya devam ediyormuşum. Sen, hızla yaklaşan tehlikenin önünden beni alabilmek için çırpınıyor, bir türlü bana kavuşamıyormuşsun. “Kaç yavrum, sel geliyor kaç!” diye bağırmaya çalışıyormuşsun ama sesin çıkmıyormuş. Sel, iyice yaklaşınca sen, selin beni nasıl aldığını, nasıl sürükleyip götürdüğünü görmemek için sıkı sıkıya gözlerini kapatmışsın. “Gitti yavrum. Biricik kuzum, canım, ciğerim gitti!” diye inleyerek bir saniye sonra gözlerini açtığında gördüklerine inanamamışsın. Çünkü ben orada, dimdik duruyormuşum. Kamyon yaptığım ayakkabım elimde diğeri ayağımda, şaşkın bakışlarla, bir ejderha gibi homurtuyla önümden akıp giden bulanık suya bakıyormuşum. Sen korkudan değil, sevinçten ağlayarak uykundan uyanmışsın.

                Aslında gördüğün rüya, yaşadıklarıma bire bir uyuyordu anne. Yaşadıklarım rüyana girmiş gibiydi. Kıl payıyla kurtulmuş, hayatta kalmıştım. Bunu sana söyleyemezdim.
                “Hayırdır inşallah!” dedim.
                “Hayır diyelim hayrolsun.” dedin sen de.

                İlk bir ay, gündüzler bir yana, geceleri bile göz kapaklarım buluşmadı. Kirpiğim kirpiğime değmedi, desem inanır mısın anne? Evet, ilk bir ay hiç uyumadım. Bir ay hiç göz kırpmadan sadece baktım. Geceleri de gündüzleri de sürekli baktım. Bazen hiçbir şey düşünmeden, bazen çok şey düşünerek, bazen de düşüncelerin derinliğinde kaybolarak, görmeden baktım. Görmeden baktığım kayıp zamanlarımda gelinin girdi devreye. “Niye ağlıyorsun Aşkım!” dedi. “Kader!” dedi. “Hani kadere inanırdın sen? Hani biz Rabbimizden gelene her daim razıydık. Hani bizi birbirimize yazdığı için, ne dilemişsek verdiği için mutluyduk, huzurluyduk, şükrediyorduk? İşte yine seni bana, beni sana bağışladı, ne güzel. Ben mutluyum, şükrediyorum, sen de mutlusun biliyorum. Ağlama ne olur?”

                Çocuklarımın fedakâr annesi böyle sözlerle beni teselli etti.

                Onun da ağladığını ben anlıyordum. Ağlıyordu ama bana göstermeden, koridorun tenha köşelerinde, ziyaretçi salonlarında, pencerelerden dışarılara bakarak ağlıyordu. Kızarmış gözlerle, kurulanmış fakat henüz kurumamış kirpiklerle yanıma dönüyordu. Sesine, davranışlarına fazladan soğukkanlılık ekleyerek güya ağladığını saklamaya çalışıyordu. Anlamıyorum sanıyordu. Anladığımı anlasa bile oyuna devam ediyordu. Böylelikle bana moral verdiğine, beni daha çok üzülmekten koruduğuna inanıyordu. Haksız da sayılmazdı. O konuştukça gerçekten moralim düzeliyor, rahatlıyordum. En kısa zamanda iyileşeceğime inanıyordum.
Her geçen gün birazcık daha toparlandım.

                Sonra ne oldu biliyor musun anne?

                Bir gece, sevgili refakatçimden çay istedim. Evet, canım çay çekti anne! Refakatçim öyle sevindi ki anlatamam. Sevinçten gözleri doldu. Açılınca yatak olabilir koltuğundan fırladığı gibi nöbetçi doktora koştu. “Açık siyah çay; kuşburnu, böğürtlen çayları içmesinde hiç bir sakınca yok!” demiş doktor. Uçarak geri döndü. Elektrikli ısıtıcıda su kaynattı. Bir açık çay bana, bir açık çay kendine yaptı. Tekerlekli masanın üzerine izin verilmiş yiyeceklerden çıkardı. Gecenin sabaha yakın bir vaktinde, Ortadoğu’nun en büyüğü olarak hizmete açılan hastanenin, tek yataklı özel odasında gelininle ben bisküvi yedik, çay içtik, yani piknik yaptık anne. Ve iğnemi yapmaya gelen hemşireye yakalandık. Kural çiğneyen iki kişi olarak çok utandık. Söyleyecek söz bulamadık. Yüzlerimiz kızardı. Ancak hemşire kızmadı, gülümsedi sadece. “Ooo… Hastamız iyileşmiş de çay bile içiyor…” dedi cana yakın bir sesle.

                Taburcu oluncaya kadar ben her gece refakatçimi sevindirmek için sabaha karşı açık çay istedim. O, buna gerçekten çok seviniyordu. Hiç yüksünmeden her gece bana çay yaptı, masa hazırladı. Hazırladığı her şeye sevgisini kattı ve bana eşlik etti. Her gece sabaha karşı, kimileri derin uykusundayken, kimileri uykusuzluktan kıvranırken biz ikimiz, odamızda piknik yaptık. Mutluluk bu değilse nedir anne?

                Eve çıktıktan sonra seninle telefon konuşmalarım bin kat daha kolay oldu. Sesim neredeyse eski haline dönmüş, iç çekişlerim seyrekleşmiş, duygusallığım azalmıştı. Bozuk rengimin eski haline dönmesi aylar sürecekti ama sen zaten beni görmüyordun ki aylarca da görmeyecektin. Ne yapıp edip olanları senden aylarca saklayacaktık. Seninle aylarca görüşmeyecektik. Ayrı illerde yaşıyor olmamız ikimiz için de ne büyük bir şanstı. Sadece senden değil, herkesten uzak aylar geçirecektim anne. Bu bizim seçimimiz değil, doktorlarımın emriydi ve ucunda canım vardı. Beni nazlı yetiştirdin, canım çok tatlıdır, bilirsin anne.

                Aylarca yatağa bağlı kalmanın; açlık gibi, yoksulluk gibi, gurbete düşmek gibi, namerde muhtaç olmamak için en ağır işlerde çalışmak gibi ve âşık olmak gibi insanı olgunlaştırdığını bilmiyordum anne. Kısmette yaşayarak öğrenmek varmış.

                Uyurken ya da uyanıkken kıpırdayabilmek, sağa sola dönebilmek meğer ne büyük nimetmiş anne. Hareketsiz kalınca kuş tüyü yatakların bile diken olup battığını yaşayarak öğrendim. Kim bilir daha nice nimetler var, farkına varmadan, kıymetini bilmeden yaşadığımız…

                Nikâh kıyılırken söylenen “iyi günde, kötü günde” sözünün laf olsun diye söylenmediğini, yatıp kalkarken el vermek, yürürken kola girmek, çorba içirmek, çorap giydirmek, ayağa ilk kalkışta, yardımsız ilk adım atışta, sevinçten ağlayabilmek olduğunu yaşayarak öğrendim.

                “Aşkım” sözcüğünün gerçek anlamını, “Önce sen!” diyen, “Sen susarsan ben üzülürüm, sen küsersen ben ağlarım, sen ağlarsan ben ölürüm!” diyen bir dünya güzeli öğretti bana.

                Sağlık, saadet, aile, sevgi, huzur, içtenlik, bağlılık, mutluluk ille de mutluluk sözcüklerinin sırrını da yaşayarak öğrendim.

                Bir çift göz, hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan, zifiri karanlık geceleri aydınlatmaya yetebiliyormuş.
                Bir çift söz, tam “Bitti!” dediğimiz anda, insanı yeniden hayata bağlamaya yetebiliyormuş.
                “Biliyorsun, sadece dualarım değil, kalbim de seninle, iki kalple gidiyorsun, güçlüsün,  döneceksin!” diyen birinin varlığı dünyalara değebiliyormuş.

                Hayatın anlamı; ölümle yüz yüze gelince, hatta birazcık öteye geçer gibi olup da dönünce daha iyi kavranabiliyormuş. 

                Bunların hepsini yaşayarak öğrendim anne! 


19 Mart 201

GERİ

Corumio
19.03.2016
www.hitwebcounter.com