“… Bazı insanlar vardır hem yaşamlarıyla hem de ölümleriyle işte böylesine şansız oluyorlar,”
Şükrü Gümüş’ün ölümü üzerine Talip APAYDIN böyle diyordu. Yaşamıyla da, ölümüyle de gerçekten şanssız bir kişiydi Şükrü GÜMÜŞ. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Adı (HODGKİN) Hoçkin’di. Öldürücü bir kan hastalığıydı. Sekiz ay sürdü bu hastalığa karşı savaşımı. Sonunda yenik düştü. 28 Ağustos 1984 günü yitirdik onu. Hem de genç yaşında ve en verimli çağında. Eğer yaşasaydı nice görkemli, nice güzel ve kalıcı yapıtlar oluşturacaktı. Ama olmadı. Ölüm onu, zamansız koparıp aldı yaşamdan.
Şükrü'yü 1977 yılının Şubatında bir öğretmen arkadaş aracılığıyla tanımıştım. O günden itibaren de ölümüne değin sürüp gelmişti arkadaşlığımız.
Onu tanımadan önce kitabıyla tanışmıştım. 1974 Milliyet Roman Yarışmasında derece, 1976 yılında da basılıp okur önüne çıkan “ZAP BOYLARI” romanını görmüş, okuyup beğenmiştim. Kitabın yazarı hem Çorumlu, hem de bir öğretmendi. Çorum’dan bir meslektaşımızın hem de ilk romanıyla derece alarak yazın alanına çıkma başarısı göstermesine hem çok sevinmiş, hem de gurur duymuştum. Şükrü’yle bir an önce tanışmak ve söyleşmek için can atmıştım. Tanışınca da çok kısa sürede kaynaştık ve dost olduk.
Birçok ortak noktalarımız vardı. Bizi birbirimize bağlayan ortak özelliklerimizin başında edebiyat ve sanat tutkunluğumuz geliyordu. Bir araya geldiğimizde onun deyimiyle; atçıların attan, avcıların itten konuştuğu gibi biz de kültür sanat ve edebiyattan konuşurduk. Sanat ve yazın dergilerini de olabildiğince izlemeye çalışırdık. Bunlar; Varlık, Türk Dili, Milliyet Sanat, Sesimiz ve o yıllarda Ahmet Say’ın çıkarmaya başladığı Türkiye Yazıları dergileriydi. Çevremizde sanat ve yazına gönül vermiş bir iki arkadaş daha vardı. Hatta bir arada 15 günlük bir “Tohum” adlı bir sanat-yazın dergisi çıkarmaya bile girişmiştik. Ancak iki sayı çıkardıktan sonra parasal desteği sağlayan kişinin çekilmesiyle dergi kapanmış, bizim de hevesimiz kursağımızda kalmıştı.
Şükrü son derece yetenekli, duygulu, yüreği insan ve vatan sevgisiyle donatılı hoşsohbet, neşeli, sevilip sayılan, alçak gönüllü bir arkadaşımızdı. Güçlü bir kalemi, engin bir kültürü inanılmaz bir yeteneği, şaşılası bir gözlem gücü vardı. Türkçeyi çok güzel kullanıyordu. Türk Yazını’na toplumsal gerçekçilik açısından yeni, taze ve güçlü bir soluk getirme yolunda ve çabasındaydı. Kendine özgü bir sanat anlayışı, değişik bir biçemi vardı. Halkın içinden gelmiş,, güç koşullarda okuyup öğretmen olmuş bir yazar olarak halkını çok iyi tanıyordu. Halkın içindeki cevheri çok iyi anlayıp özümlüyor; insanlar arası ilişkileri, insan doğa ilişkilerini, kişilerin iç dünyalarındaki özlemleri, acıları, sorunları sonsuz yeteneği ile sınırsız hayal gücünün potasında yoğurup yorumlayarak, olayların dokularını bir oya gibi işleyip renkli, canlı, duyarlı ve şiirsel bir anlatımla roman ve öykülerinde yazıyordu.
Şükrü, bir sanatçının nasıl olması, halka kendisini nasıl benimsetmesi ve halkı da sanata nasıl katması gerektiği konusundaki görüşlerini bir yazısında şöyle belirtmişti.
“Halkımız bitimsiz bir kaynaktır sanat için. Yazıya çiziye dayanmadan nice görkemli yapıtlar geliştirmiş bunları korumasını bilmiştir. Sosyal sanata halkı da katmalıyız. Türküye nasıl mırıltıyla eşlik ediyorsa, bir halay havasında mendilini çekip nasıl meydana çıkıveriyorsa, bizi de aynı coşkuyla benimsemesinin yollarını aramalı bulmalıyız.
Sanatçı her şeyden önce halk adamı olmalıdır. Onun güzel değerlerini benimsemeli; geleneklerini, acılarını, özlemlerini tanımalı, yapıtında buna yer vermelidir. Halk bir sanat yapıtında kendisini buluyorsa onu benimseyecektir…”
Şükrü, 1984 yılında Milliyet’in açtığı Milliyet Roman Yarışması’na, Hakkari’de oluşturduğu gönüllü öğretmenliğinin ürünü olan “ZAP BOYLARI” romanıyla katılmış; yarışmaya katılan 312 yapıt arasında başarı ödülü almıştı. 22 yaşının ürünü olan bu yapıtıyla eleştirmenlerden de olumlu puan almayı başarmıştır.
O yıl, Milliyet Roman Yarışması’nda Vedat Türkali “Bir Gün Tek Başına” romanıyla birincilik ödlünü alırken; İrfan Yalçın “Pansiyon Huzur” adlı romanıyla ikincilik; Sulhi Dölek’se “Korugan” adlı romanıyla üçüncülük ödülünü almıştı.
Rauf Mutluay, 1977 yılı Varlık Yıllığı’nda yılın öykü ve romanlarını değerlendirirken Şükrü’nün romanına da değinmiş ve şöyle demiştir:
“…Hakkari dolaylarındaki gönüllü öğretmenliği, Türkçeyi bilmeyen, Türk Bayrağı’nı görmemiş olan insanların 50. Cumhuriyet yılındaki yoksun yaşamları Şükrü Gümüş’e bu gerçekleri romanlaştırma isteği vermiş. Belki ilk romanı değildir yazarın…” diyerek, bu ilk romandaki başarı ve olgunluğunu vurgulamış oluyordu.
Ankara’da Ahmet Say’ın çıkardığı TÜRKİYE YAZILARI dergisinin 1978 yılı Şubatındaki Kültür Seminerine Ahmet Say’ın çağrılı konuğu katılmış, ilk kez yazar-çizer topluluğu arasına girmenin şaşkınlığını ve coşkusunu yaşamıştır. Bu seminerde başta Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Kerim Korcan, Nazlı Eray gibi yazarlarla tanışma olanağı bulmuştur. Seminer dönüşü Ahmet Say’a yazdığı mektubun bir yerinde şöyle diyordu:
“…O çevreyi tanıdıktan sonra daha bilendiğimi seziyorum… Bambaşka düşlediğim ünlülerden onca ayrıcalığımız olmadığını görmekten yüreklendim…”
O seminerde özellikle Talip APAYDIN Şükrü’ye özel ilgi göstermiş. “Zap Boyları” romanı için Ankara’daki Ulus gazetesindeki köşesinde, “Doğudan Ses” başlığıyla yazdığı yazısında şöyle demişti:
“… Zap Boyları gereği kadar bilinmeyen Doğu gerçeğini getiriyor okuyucuya… Sözün kısası, insanı kahreden bir yaşam… Türkiye’nin bir ucunda, aynı bayrağın altında, aynı yasalarla yönetilen vatandaşlarımızın içler acısı yaşamı…”
Ayrıca Şükrü’ye mektup da yazan Talip APAYDIN, “Zap Boyları” romanı hakkındaki görüşlerini belirttikten sonra, şöyle bağlıyordu yazısını:
“… Her şeye karşın başarılı bir emek, saygı duyulası bir çalışma. Hele ilk romanın olduğuna göre çok çok iyi… Seni kutlarım.
Şükrü, ödüllü arkadaşı Yazar İrfan Yalçın’la da tanışır, yazışırdı. “Zap Boyları” romanını çok önemli bir yapıt olarak nitelemiş ve bir mektubunda şöyle belirtmişti düşüncelerini:
“Rahat, içtenlikli abartmasız bir olgusu var. Her şey yerli yerinde… Tereyağından kıl çeker gibi başarmışsın bunu… Hele dilin çok çok iyi. İçeriğe uygun düşmüş…”
Çektiği toplumsal içerikli filmlerle haklı bir ün yapan Erden Kıral, İrfan YALÇIN’ın önerisiyle Şükrü’nün ZAP BOYLARI romanını okuyarak, sinema diline oldukça uygun bulmuş ve çok beğenmişti. Doğu’da çekeceği toplumsal içerikli bir bir film için bundan iyi malzeme bulunamazdı. 1981 yılı baharında İrfan YALÇIN aracılığıyla Erden KIRAL’la görüşen Şükrü, bu projeye evet demişti. Fakat o günlerde parasal sıkıntı çeken Erden KIRAL, ZAP BOYLARI projesini gerçekleştiremez. Sonradan bu parasal sorunu çözümler ama ve yazar Ferit Edgü’nün “O” adlı romanını filme alma koşuluyla çözülür. “O” romanını “HAKKARİ’DE BİR MEVSİM” adıyla filme alır. Bilindiği gibi film yurt dışında uluslararası ödül alır. Bu olay bile Şükrü’nün ne büyük bir şanssızlığa uğradığının açık kanıtıdır.
Ödül alan bu ilk romanı ZAP BOYLARI’ndan sonra, geçen zaman içinde daha da bilinçlenip olgunlaşan Şükrü, yeni arayışlar ve kendisini aşma çabası içinde sürekli okuyor, inceliyor, araştırıyor, gözlemliyor; yoğun birikimlerinin sonucunda da yeni romanlar ve öyküler oluşturmaya çalışıyordu. Roman ve öyküleriyle adını duyurabilmiş bir yazar olmadığından yapıtlarını bastırabilmesi ve pazarlaması olanaksızdı. Kitap bastırabilmenin en kestirme yolu ya yarışmalara girerek derece almak ya da yazın piyasasının içinde paralı bir kişi olmaktı. O da yarışmalara katıldı. Ama bir sonuç alamadı. Büyük kentlerdeki sanat ve yazın çevrelerindeki tekelleşmeler de kırsal kesimlerde ve küçük yerleşim birimlerindeki yeteneklerin ortaya çıkmasını engelliyordu.
Çünkü, sanata ve yazına emek veren bu gibi yeteneklerin ürünleri, kolay kolay büyük kentlerdeki sanat ve yazın dergilerine giremiyordu. Öte yandan, yayınevleri ise, ünsüz bir sanatçının yapıtını bırakın basmayı, incelemeye bile yaklaşmıyorlardı. Örneğini yine Şükrü’nün ZAP BOYLARI romanında görüyoruz.
Şükrü ZAP BOYLARI romanıyla yarışmaya girmeden önce, yapıtı gönderdiği yayınevlerinin olumsuz tutum ve davranışlarını bir yazısında şöyle anlatıyordu:
“… Yayınevleri eserimi döşümden ittiler. İnceleme gereği bile duymadı kimse. ‘Basamayız’ dendi. ‘Yayınlamaya imkan yoktur’ dendi. ‘Yayın programımız doludur’ dendi. Eserin yüzünü görmeden hem de…”
Gerçekten de dereceye alıp kitabı basılmasaydı, böylesine özgün ve önemli bir yapıt kolay kolay okuyucuya ulaşmayacaktı.
1980 yılının Eylül ayında Fatma ORAN imzasıyla gelen bir mektupta “SANAT OLAYI” dergisinin “KENDİLERİ VE KENTLERİ“ köşesi için kendisine, tek soruluk bir röportaj sorusu yöneltiliyordu,
“Kendinizi ve kentinizi anlatır mısınız?”
Şükrü istenen yazıyı kaleme almış, dergiye göndermişti. “Sanat Olayı” dergisinin 1981 yılı Temmuzunda yayımlanan yazısından kısa bir bölüm alarak Şükrü’yü dinleyelim:
“… Ben, Ayşe’den olma, Şevket oğlu 1948 doğumlu Şükrü Gümüş, bu kentin (Çorum’un) Ovacık köyündenim. Şimdilerde köyden çıkmış girememiş, “kondulu” bir ailenin dokuz çocuğundan en büyüğü olarak, bir Köroğlu üç ayvazın ekmek parası peşindeyim.
Ovacıktan toza toprağa belenmiş çocukluğumdan ansırım kendimi. Yeni baştan yaşanmaya değer bir çocukluğum olmamıştır zaten… Köy çocukları yürümeye bulaştılar mı, bir işin ucundadırlar. Yedikleri ödemeleri gerektir. İlki bitirenece hep bir işin ucunda oldum ben de. Öküz güttüm, deste ettim, tırmık çektim, döven sürdüm, ödemeye çalıştım yediğim ekmeği. İlk bitti, ‘dosta düşmana karşı’ okuma, bir baltaya sap olma işini verdiler; onu yaptım, öğretmen oldum. Öğrencilerimdeyim şimdilerde, yaşanmamış çocukluğumu yaşıyorum…”
Şükrü Çorum Öğretmen Okulunu parasız-yatılı olarak 1968 yılında bitirdiğinde, gönüllü öğretmen olarak yurdumuzun en geri kalmış yörelerinden biri olan Hakkari’de görev alır. Şükrü, salt bir öğretmen olarak değil, aynı zamanda bir yazar sorumluluğuyla gitmiştir Hakkari’ye.
Şimdi yine aynı yazıdan Şükrü’yü dinleyelim:
“… 6500 nüfuslu kasaba bir kentti Hakkari. Tek oteli, iki lokantası çoğu toprak damlı sekiz on dükkanı ile üç beş resmi yapının göründüğü, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer… Dünün gazetesi bugün okunan kitapsız, kitapçısız bir kent…
Görev yerim, 60 kilometre ötesinde, sekiz evlik bir merkez köyüydü; Gelitan… O insanların yoksul yaşamlarına katıldım Gelitan’da; kuru ekmeği tuza banıp yedik…
Görev yerimde iki Türkçe bilen vardı ya onlarla konuşabilmem 40 dakika yürümemi gerektiriyordu. Oturup kendimle konuştum kış boyu. Roman yazmayı ilk orda denedim. Onca çoktu ki yazacak… Öylesine yürek burkan şeyler vardı ki…
Geçit vermeyen bir ZAP vardı en başta. Köyler basan evler yıkan, insanları mezarlarından bile süpürüp alan bir ZAP… Ağzında adam eti kokan bir canavar sanki, ademoğluna düşman…
Doğa bağışlamaz bir buyurgan. Yol vermez, el vermez, dil vermez bir ana. İnsanlarına küs, suratından düşen bin parça. Sekiz ay zinciri insanının ayağında…”
Şükrü Hakkari’yi anlatmayı böyle sürdürüyordu yazısında. Ve romanında, Cumhuriyetimizin 50. Yılında Doğu gerçeğini böyle anlatıyordu.
Zap Boyları’dan sonra 1976 yılında ‘TOPAL KARINCA’ romanını tamamladı Şükrü. Daha tamamlanacak yarım kalmış romanları, roman taslakları vardı. Eğer yaşasaydı, nice görkemli yapıtlar oluşturacak; belki gelecekte dev yazarlarımız arasında yerini rahatlıkla alabilecekti.
Yaşamaya öylesine sevdalı, öylesine tutkuluydu ki, genç yaşta ölebileceğini düşümüzde görsek inanmazdık.
Ölümünden iki yıl önce 1982 yılı ağustosunda “TOPAL KARINCA” adlı romanıyla katıldığı bir yarışmaya gönderdiği özgeçmişinde şöyle yazıyordu:
“… Elimde birçok taslaklar daha var, üzerinde çalışıyorum. Kara topraktan üstün olursam bir üçüncüsünü de yakında bitireceğim umuyorum…”
Ne yazık ki kara toprak tez aldı onu koynuna; tasarılarını gerçekleştiremedi. Sanat çevrelerinden kopukluğu, yeterli ortamı ve desteği bulamayışı onu verimli bir biçimde çalışmaktan alıkoymuş; ölümüyle geride, hiç mi hiç tamamlanamayacak olan –yarım kalmış dört antik yapıt gibi- dört yarım taslak roman bırakmıştır.
Şükrünün ölümünü benim duyurumla öğrenip, Şükrü üzerine bir yayımlayan İrfan YALÇIN, yazısının bir yerinde şöyle diyordu.
“Ne olur yeniden basılsa “ZAP BOYLARI”, filmi yapılsa!..”
Bu dileğiyle, Şükrü’nün dostlarının ve sevenlerinin de isteklerine tercüman oluyordu İrfan YALÇIN.
Şükrü’yü anlattığım yazıların bir rastlantı sonucu Ahmet Özer, Mehmet Yaşar Bilen ve Burhan Günel’e ulaştırılması sonucu ilgiler Şükrü GÜMÜŞ üzerine yoğunlaştı. Bir yıldan fazla süren çaba ve çalışmalar ürününü vermiş; bu dileğin bir kısmı gerçekleşerek ZAP BOYLARI romanının ikinci baskısı yapılarak okur önüne çıkmıştır. Bu baskıyı gerçekleştiren kadroyu yürekten kutlarken, gönül borcumuzun da ödenemeyecek değin büyük olduğunu belirtmeliyim.
Gönül ister ki ZAP BOYLARI’nın ikinci baskısından sonra 10 yıldır sırada bekleyen TOPAL KARINCA romanı da basılıp okur önüne çıksın. Okurlar bu özgün yapıttan da mahrum kalmasınlar.
Kentin merkezi bir yerinde akşamları okul dönüşlerinde uğradığımız bir çayevi vardı. Burası genelde memur kesiminin uğradığı bir yerdi. Şükrüyle uğramadan edemezdik. Buluşma, söyleşme yerimizdi. Arada bir uğrar, birer çay içer, söyleşir sonra ayrılırdık.
1984 Ocak ayı başlarıydı. Şükrü, birden uğramaz olmuştu çayevine. Hasta olduğunu söylemişlerdi. Her gün düzenli okuluna gittiğini, akşamları doğruca evine dönüp yattığını duyuyorduk. Nasıl bir hastalıktı bu, anlayamamıştık.
Merak edip bir akşamüstü evine gittik. Çok bitkindi Şükrü. Görünür bir rahatsızlığı olmamakla birlikte yorgunluk, kırgınlık ve iştahsızlıktan şikayetçiydi. Doktora gitmişti ama kesin bir tanı konulamamıştı. Aldığı ilaçlarında bir yararını görmediğini söylüyordu. Eski neşesinden, canlılığından eser kalmamıştı. Hoyrat bir düşüncenin, suskunluğun içindeydi. Sezdirmedim ama ilk kez ciddi biçimde endişelendim sağlığından. Neşelendirmeye, rahatsızlığının önemsiz bir şey olabileceği düşüncesini vermeye çalışırken, bir başka doktora görünmesini salık verdik kendisine.
Bir başka doktorun verdiği ilaçlar da sonucu değiştirmeyince, Şubat ayı başlarında Çorum Devlet Hastanesi’ne yatırıldı. Şükrü’ye konulan tanı paratifo’ydu. Bir ay süren ilaç ve serum tedavisine karşın yine düzelmedi Şükrü. Beden kırgınlığı, iştahsızlığı ve uykusuzluğu sürüyor, ateşi düşmüyor, teri eksilmiyordu.
Mart ayı başında taburcu edilmiş, raporlu olarak evinde yatmaya başlamıştı. Bolca ateş düşürücü, iştah açıcılar verilmişti kendisine. Ama sonuç değişmiyordu. Kendisinde kalkıp gezebilecek gücü bulabilse, rapor mapor dinlemeyip okuluna giderek görevine başlayacağını söylüyordu.
“Her şey yüzüstü kaldı okulda,” diyordu.
“Yapılmadık iş kalmaz. Hele sen bir an önce sağlığına kavuşmaya bak,” diyorduk ama bu sözün de kulağına girmediğini biliyorduk.
“Arada bir dalsam kendimi okulda öğrencilerimin arasında görüyorum. Hiç bu denli uzak kalmamıştım onlardan.”
Sürekli ateş, ter ve güçsüzlük yatağa bağlamıştı onu. Başlangıçta Ankara sevkine bir türlü yanaşmayan Şükrü’yü sonunda razı edebilmiştik.
Yolcu ettiğimiz sabah bacaklarının bedenini taşıyamayacak denli güçsüzleştiğini, renginin de kararmaya yüz tuttuğunu gördüm. Dal gibi incelmiş bu haliyle biraz daha boylanmış gibi görünüyordu.
Ankara Tıp Fakültesi Hastanesi’nde servisine yatar yatmaz kan vermişler Şükrü’ye. Her nedense kansız kalıyormuş bedeni. Güçsüzlüğü de ondanmış. Yeterince kan alınca kendini toparlayabilmiş birazcık. Ancak kesin tanı koyamamışlar henüz. Telefon görüşmelerinde söylemişti:
“Kısa zamanda sağlığıma kavuşup döneceğimi umuyorum…”
Hastanede yattığı 20 gün boyunca ateşini düşürememişlerdi. Bir yığın araştırma inceleme de sonuç vermeyince bu kez boynunda saptadıkları tek yönlü yüzeysel bir lenf düğümü şişliğinden parça, kemiğinden de ilik almışlar. Bunlar yapılırken sürekli kan, ilaç ve serum verilerek bedeni beslenmeye çalışılmış. Bilinmeyen hastalığına karşı savaşıma girişilmiş.
Patalojik bulgular sonucu tanı konulmuş:
“İntani bir durumu olmayıp kanla ilgili bir hastalığı vardır. Adı (HODGKİN) Hoçkin’dir. Tehlikeli, öldürücü bir kan hastalığıdır.”
Dört dönemlik hastalığın öldürücü son dönemindedir Şükrü. Kurtuluş umudu yoktur. Ancak bu durum Şükrü’den gizlenmişti. İlk üç dönemde yoğun bir bakım ve tedaviyle kurtuluş olasıdır. Şükrü’ye hastalığının üçüncü dönemde olduğu, belki tedavisinin uzun sürebileceği ama sonuçta kesinlikle iyileşebileceği söylenmiş, inandırılmıştı buna. Sonra, yirmi günlük raporla taburcu edilmişti hastaneden.
Verilen kanın geçici gücüyle Çorum’a döndüğünde üç dört gün boyunca canlanmış, neşelenmişti.
Görüşçüleriyle söyleşiyor, bizlere hastane ve hastane anılarından söz açıyordu..
“Düzelir düzelmez hastalığından ve hastane günlerinden bir roman çıkaracağını, gördüğü çarpıklıkları sergileyeceğini” söylüyordu.
Yaşamak için hastalığına karşı sonsuz bir güçle direniyordu Şükrü. Umudunu yitirmiyor, arada sırada gelecekteki tasarılarından söz ediyordu. Ondaki moral gücüne, yaşama sarılışına şaşıyorduk. Bu arada hastanede uygulanan kemoterapi nedeniyle saçları da dökülmeye başlamıştı. Bu kezinde saçlarıyla ilgili üzüntüsünü dile getirmişti:
“Bu saçların dökülüp yeniden çıkması iki yıldan fazla sürermiş. O zaman cascavlak bir kafayla öğrencilerimin karşısına nasıl çıkarım?..”
“Peruk denilen bir şey var dostum,” demiştim içim sızlayarak. “Peruk alırsın. Ancak alınan peruk gerçek saçlarını aratmamalı.”
Sözlerim üzerine gülmeye çalıştı.
“Bunu hiç düşünmemiştim, iyi olur gerçekten.”
Mayıs ayı sonunda Ankara’ya gidip 20 Haziran dönüşünde ise daha da erimişti. Bacakları tutmaz durumdaydı. Koltuk değneklerine binmişti. Ateşi, teri ve iştahsızlığı sürüyordu yine. Daha önce evden çıkıp yaptığı o kısa süreli yürüyüşleri de yapamayacaktı artık.
“Kaderde kötürüm olmak da varmış…” demişti o günlerde.
Hastaneye 10 Temmuz 1984 günü gidişinde daha da ağırlaşmıştı durumu. Bu nedenle kardeşi Salih, 20 gün boyunca refakatçi olarak kalmıştı yanında. Yatalak, kötürüm bir hasta durumuna düşmüştü Şükrü. Telefon görüşmelerine de Salih çıkıyor, bilgilendiriyordu bizi.
Ağustos başı dönüşünde tanınmayacak biçimde değişmişti. Ağırdı durumu. Yardımcısız kalkamıyor, yürüyemiyordu artık. İştahsızlık, ateş ve ter eskisi gibi yoğundu. Bunalıyor, sık sık itiyordu üzerindekileri. Çok az konuşabiliyor, bir iki sözcük söylemeden kesiliyordu soluğu.
Hastalığının etkisiyle boynunun sağ tarafındaki lenf düğümleri kabakulak şişliği gibi dışarı vurmuştu. Bedeninin başka yerlerinde de vardı aynı şişliklerden. Yaşadığı suskunluk ve içine gömüldüğü düşünce aralanması zor bir perde çekmişti Şükrü’nün yüzüne. Sarı boyaya batırılmış da çıkarılmış gibiydi tüm bedeni. İyice zayıflamıştı. Her tarafı sızlıyor ve acıyordu. Arada bir dalıyor sonra uyanıyordu. Uykuda mıydı, uyanık mıydı çoğu kez belirsizdi.
17 Ağustos son gidişi oldu Ankara’ya. Durumu iyice ağırlaştığından süresi dolmadan götürülmüştü. Gelmesinden korkulan acı sonun yaklaştığının ve yapılacak bir şeyin kalmadığının ayırtındaydık.
O günlerde aniden belimden rahatsızlanmam nedeniyle beni de 21 Ağustos 1984 günü, Ankara’ya Şükrü’nün yattığı Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk ettiler.
Şükrü’nün yattığı Hematoloji bölümüne çıktım. Tanınmayacak durumdaydı. Bir deri bir kemik kalmıştı. En ufak bir canlılık izi görünmüyordu yüzümde. O kıvırcık saçlı, yakışıklı güzel insan Şükrü yoktu artık.
“Bitti artık ağabeyim,” dedi kardeşi Salih. “Biraz önce iki litre kan verdiler. Birazını aldı, kalanını almadı damarları. Doktorlar, ‘Bizce yapılacak bir şey kalmadı. Alın götürün. Hiç olmazsa çocuklarının yanında yaşasın son günlerini’ dediler. Telefon ettim Çorum’a araba gelecek, alıp götüreceğim ağabeyimi.”
Demek bu denli ÖLÜME YAKINDI ŞÜKRÜ’NÜN YÜZÜ…
Salih’in seslenmesiyle gözlerini açan Şükrü, biraz şaşkın, biraz tanıyamamışçasına baktı yüzüme.
“Muzaffer ağabey gelmiş.” diye anımsatmaya çalıştı Salih.
Sağ elini avuçlarımın içine aldım. Ateşli ve terliydi yine. Sarıya kesmiş derisi kemiklerine yapışmıştı. Sınırsız yeteneği, sonsuz hayal gücüyle oluşturduğu roman ve öykülerini kağıtlara döken parmakları bir kalem inceliğinde kalmıştı.
Belli belirsiz bir sevinç dalgası yayıldı yüzüne. İnsan böyle durumlarda ne söylemek, nasıl bir davranışta bulunmak gerektiğini bulup çıkaramıyor bir türlü.
“Nasılsın Şükrü?” sözleri kendi istencim dışında döküldü dilimden.
“Görüyorsun ya…” anlamında hafif bir hareket yaptı. Ardından:
“Ateşim var mı?” diye sordu güçlükle.
“Her zaman ki gibi,” diye yanıtladım.
“Niye zahmet ettin ki Muzaffer” dedi.
Gün ışığı kadar aydınlık bilinci yerindeydi. Kısaca anlattım durumu. Üzüldü, yaşlandı gözleri.
“Geçmiş olsun” sözleri güç duyulur biçimde döküldü dudaklarından. Konuşmaktan yorulmuştu.
“Sağ ol Şükrü.” Dedim. “Üzülme n’olur! Kendini de konuşmak için zorlayıp yorma. Bakışlarından ne demek istediğini anlıyorum.”
Sürdürmeye çalıştı sözlerini. Oldukça zorlanıyordu. Sözcükler arasında soluklanarak bana söylediği son sözleri:
“Üzülme dostum. Kendine iyi bak. Yine görüşeceğiz.”
Gücü tükenmiş, soluk soluğa kalmıştı. Daha söyleyecekleri kalmışçasına dudakları kımıldadı, sözcükler söndü kaldı dilinde.
Eğilip boynundan kucaklayarak yanaklarından öptüm. O da güçlükle kolların kaldırıp doladı boynuma. Son kez kucaklaştık.
“Yine görüşeceğiz” diyerek güçlükle attım kendimi servisten dışarı. Ben bende değildim.
Aynı gün öğle sonu öğle sonu Çorum’a götürüldü Şükrü. Yattığım servis yakındı. Yolcu etmek için indim. Ayrılırken elini güçlükle kaldırıp ‘elveda’ etti.
Hastaneden çıkışının haftasında 28 Ağustos 1984 Salı günü toprağa düştü Şükrü. Hastalıkla sekiz ay süren savaşımı ölümle sonlanmıştı.
Hastaneden taburcu olduğumda ise Şükrü vefat edeli tam bir ay oluyordu.
Sonraları hep sordum kendi kendime:
“Şükrü Gümüş bu dünyaya hiç gelmemiş, hiç yaşamamış roman ve öykülerini hiç yazmamış gibi unutulup gidecek miydi?”
İlkin kendim yanıtladım sorumu:
Hayır unutulmayacak! Şükrü Gümüş adı romanlarıyla, öyküleriyle yazılarıyla yaşayacaktır!”