UYKUMU KAÇIRAN ŞİİR

              Ayhan Altay

               Uykunun en tatlı olan zamanı sabaha karşı olanıdır derler ya, boş verin. Ben bunları yazmaya başladığımda saat 04.36'ıydı. Uykumu kaçıran ise bir şiir.

               İstanbul, 2016 yılının en soğuk günlerinden birini yaşıyordu ve ben serpeleyen karın altında doğacak çocuğunu bekleyen babanın heyecanıyla gitmiştim yayıncıma. Bunca yıl ve emeğimin birikimle ürettiklerimden seçtiğim seksen üç şiirimi de yanımda götürmüştüm. Yaklaşık doksan sayfa olacak bir kitabı, serçe parmaktan daha küçük bir taşınabilir belleğe sığdırmıştım diyeceğim ama yanlış olacak anlatım. Çünkü o ufacık bellek, bırakın doksan sayfayı, doksan bin sayfayı bile içine sığdırabilecek bir oyluma sahip.

               Uykumun içinde miydim, yoksa yarı uykulu mu bilemiyorum ama esrik bir durumda olduğum kesin. Sahi, çıkacak kitabımın adı da “ESRİK” olacak. Esrik sözcüğünü sözlükler nasıl tanımlıyor diye bakmayacağım. Ben, “içinde bulunduğu hoş durumun verdiği tatlı sarhoşluk, mest olma durumu” diye tanımlasam ukalalık mı yapmış olurum.

               Ulusal bayramlarda ezbere okutulan manzumeleri sayamayacağımıza göre, şiirle tanışmam öğretmen okulu günlerime denk gelir. Kitaplığımıza gelen dergilerden biri de Varlık’tı. Günümüzde de çıkan bu referans dergide tanıştık gerçek anlamda şiirlerle.

               Derslerde failli failatünlü anlaşılmaz kalıplarla boğuşurken, kitaplıkta bizleri esrikleştiren yazılar ve şiirleri büyük bir doymazlıkla okuyorduk. Yazdıklarımızı ise okulumuz edebiyat kolunun çıkardığı “YAŞANTILAR” adlı dergimizde yayınlatmaya çalışıyorduk.

               Yaklaşık kırk yıl sonra, bu dergilerden birkaçına yeniden ulaşma olanağı bulduk. İnternetteki sitemiz üzerinden yeniden yayınladık dergilerimizi. İlk göze çarpanlar; Şükrü Gümüş, Cemal Türkmen, Eyüp Tandoğan, Yücel Akça ve günümüzün bilinen yazarları arasına girmiş Osman Çeviksoy. Ehhh, fazla alçakgönüllü olmayayım ve burada kendimi de saymalıyım. Onlarca dergide çıkmış şiirlerim, birkaç öykü ile bu günlerde on iki bin basan ve baskı sayısını otuz bine çıkarmayı planlayan bir günlük gazetede yazdığım dört yüzün üstünde köşe yazılarım, yayınlanmıştı

               Bakıyorum da yazar, çizer de çıkarmışız Yaşantılar’dan. Dergide çizgileri olan İbrahim Çiftçioğlu, Yüksel Akpınar ve artık aramızda olmayan Ahmet Nergiz, tanınan ressamlarımız arasına girmişler.

*      *          *

               1970-1971 öğretim yılındayız. Edebiyattan ayrı olarak kompozisyon dersimiz de var o yıllarda. Bizim kompozisyon dersine ise Okul Müdürümüz Hasan Bozalp girmekte. Birinci yarıyılın sonunda ders notum dokuz. Oysa diğer derslerde, özellikle son yazılılarda geçer notu garantilemişsem, bildiğim soruyu bile yanıtlamadan verdiğim sınav kâğıtları vardır. Yani “beşten şaşma, dörde düşme, altıyı aşma” sözünü neredeyse ilke edinmiştim.

               Gelelim yeniden kompozisyona. –Asıl konumuz şiirdi değil mi. Ona da geleceğiz elbet.-

               İkinci yarıyılın ortalarında müdürümüzün bir başka okula atanması yapıldı. Bundan sonra kompozisyon dersimize, okulumuza bu yıl atanmış olan Carullah Dolamaç girecekti.

               Dolamaç, ilk derste tanıttı kendini. “Sizlerle fazla zamanım yok. Dördüncü sınıflarla zamanım olduğu için onlara ayrı davranıyorum” diyerek başladığı konuşmasından, öğretmenimizin siyasal tavrının, öğretmenliğinin önünde geldiğini öğrenmiştik. İşte o ilk günden başlamıştı benim Carullah’la karşıtlığım.

               Hasan Bozalp öğretmenimizin, ikinci dönemin ilk sınavının kâğıtlarını, değerlendirmeden Carullah’a verdiğini de bu arada öğrendik. Bu sınavda verilen sözü özenle yazdığım bir öykü içinde açıkladığımı anımsıyorum.

               Birinci sınav değerlendirilmeden ikinci sınava girecektik. Bizden önce dersi olan sınıfa sorduğumuzda, tahtada yazılı sözü açıklayan bir makale istediğini öğrendik. Tahtadaki sözü anımsamıyorum ama Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” adlı yapıtından bir dize olduğunu unutmadım.

               Hemen orada ne yapacağıma karar vermiştim. Söz, Mehmet Akif’in değil, Nazım Hikmet’in de olsa, bu öğretmene bir biçimde karşı çıkmalıydım.

               Ders zili çaldığında, camın yanında, en ön sıraya oturdum. Önümde kürsü vardı. Carullah Bey kapıdan girdiğinde bir reverans yaparak tahtayı gösterdi. “Bu sözü açıklayan bir makale yazın” dedi.

               Sınav kâğıdının sol üst köşesine kimlik bilgilerimi özenle yazdım. Alta geçtim. İki aralığı birden kullanarak, kocaman bir “MAKALE” sözcüğü kondurdum. Bir alt sıraya ise “Makale: benimsenen bir düşüncenin savunulmasıdır. Benimsemediğim bu düşünceyi savunmuyorum” yazarak imzaladım. Kâğıdı verip dışarı çıktım.

               Okulun, stadyum yönündeki duvarının arkasında sigara içerken hala titrediğimi anımsıyorum.

               Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Carullah Bey, Okul Müdürümüzün yaptığı ve değerlendirmeden verdiği sınavla birlikte kendi sınavının sonuçlarını da açıkladı. O güzelim öyküyü yazdığım kâğıda bir, kendi sınavına ise sıfır vermişti. Hiç itiraz etmedim. Yalnızca alaycı bir biçimde gülümsedim.

*      *          *

               Yaklaşık kırk yık sonra “Çorum İlköğretmen Okullular” web sitesini kurduğumda aradım Carullah Dolamaç’ı. İzmir’de bir İmam Hatip Okulunda aynı adı taşıyan müdür vardı. Büyük olasılıkla oydu. Oraya bir elektronik posta yazarak, ince bir anlatı ile durumu açıkladım. Geri dönüş alamadım.

               Düşünüyorum da; beni anımsamış olabilir mi, bilemiyorum. Belki anımsamıştır da o nedenle dönüş yapmaya yüzü tutmamıştır. Oysa Çorum İlköğretmen Okulllular birlikteliğinde, her düşünceden olan arkadaşlarımıza eşit ve saygılı davranmaya hep özen gösterdik. Siyasal düşüncelerimizi birliktelik düzlemine taşımadık.

*      *          *

               1971 yılı bitirme sınavındayız. Kompozisyon sınavı için aynı salonda iki ayrı kurul oluşturulmuş. Çağırıldığınızda hangi kurul boşalmışsa ona gidiyorsunuz. Ben içeri girdiğimde, sevgili Huriye Uludağ öğretmenimin bulunduğu kurul boştu. Oraya gittim. Bana verilen sözle ilgili konuşurken diğer kurulda görevli Carullah Öğretmen geldi. Bana; “şansın varmış. Bana düşsen işin zordu” dedi. Yanıtım “Canın sağ olsun Hocam” oldu.

               İşte bu sınav sırasında Huriye öğretmenimin ikinci sorusu “Sen şiir de yazıyorsun. Öyleyse bize şiirin tanımı yapar mısın? Olmuştu.

               Şiir yalnızca edebiyatın değil, tüm sanat türlerinin en asi çocuğudur. Onu ne kalıplara, ne uyaklara ne de ölçülere sığdıramazsınız. Şiir, tam da tanımsızlığın kendisidir.

               Bunları söylemedim tabi. O günkü birikimim yetmezdi buna. Yalnızca; “bugüne dek, şiirin herkesçe geçerli bir tanımını hiç kimse yapamamış. Ben nasıl tanımlarım” anlamında bir şeyler söyledim.

               Sonrasında bir şiir okumamı istediler. Orada hiç unutamadığım bir kısa şiir okudum. Necati Cumalı’nın olduğunu bildiğim bu şiire daha sonra hiçbir yerde rastlamadım. İşte aksakallı Google dedenin bile bilmediği o şiir:
                              Dışarda kavga var
                              Dövüşen haklı ile haksız
                              Biziz yenilen kavgada
                              Evlerde kaldıkça yalnız.

               İstanbul – 21 Ocak 2016
              

 NOT: "Necati Cumalı'nin "KAVGA" adlı bu şiirinin yazarın fazla bilinmeyen "BAŞAKLAR GEBE" adlı kitabında olduğunu 2020 yılında gördüm.

GERİ

Corumio
27.11.2021